tabiatta korku zaaf olarak algılanır. bunun maddi sebeplerini ele alabiliriz. lakin ben işin o kısmında değilim çünkü işin diğer vechesi itibariyle madde planındaki korku, hayatta kalmak için lüzumlu bir duygu/reflekstir.
tasavvufta ise “korku” bir tür şirk manası taşır.(bahsimiz süflî manadaki korku, “havf” değil). çünkü korkmakla aslında önce kendimizde, sonra da hasmımızda bir tür güç vehmetmiş oluruz.
elbette kendinde güç vehmeden kimse, otomatikman etraftaki her bir birime de güç atfedecek ve kendindekinden üstün bir güce çatınca da korkacaktır. işte şuurumuz bu noktada, kendini toprak seviyesi, tabiat seviyesine kitlemiş olur. neticede bütün şuurlar, tahakkuk ettiği mertebeye göre muamele görürler.
bu tür bir itikad içindeki kimse, ömrünü kendinden güçlülere kuyruk sallayarak ve zillet içinde, kendinden zayıf gördüklerini ise ısırarak zâlimâne geçirir.
halbuki hakikat başkadır:
“lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah”, yani “allah’tan başka davranış ve güç sahibi yoktur”. allah kimseye güç, kuvvet vermemiştir. varoluşta cereyan eden işlerin tamamını yardımcısız, muavinsiz olarak o yürütür. bu, el an böyledir. sadece biz aksi yönde ve boş bir zan içindeyiz.
“lâ havle…” zikrini çok yapar ve istiridyenin içindeki inciye, kelamın içindeki saf manaya, zikrin özündeki nura ulaşırsak artık hiçbir şeyden korkmaz oluruz. lakin allah’dan çok korkmaya başlarız. ondan başka güç sahibi de olmadığından, mecburen ondan yine ona sığınırız.
allah’ım,
azabından affına,
gazabından rahmetine,
senden sana sığınırız.
not: “korku, dark side/karanlık yüze giden bir yoldur. korku öfkeye, öfke nefrete, nefret acı çekmeye götürür” demiş master yoda..
yoda üstadım! maalesef seni takdir edemeyeceğim. marifetin çok sığ ve yüzeysel kalmış. zira allah’a çıkmayan yol, yol değildir.