BİLİM VE DİN

bilimperestler çağımızın dogmatikleridir.

iflah olmaları olası gözükmemektedir.

dogmatikler illa bir şeyleri mutlak olarak kabullenir ve başka her türlü ihtimale de kapıyı kapatırlar. kapatmakla da kalmazlar, kilit üzerine kilit vururlar.

üniversite yıllarında evde beraber kaldığımız matematik bölümünden bir arkadaşımız vardı. sınav sorularından birinin “2×2’nin 4 etmesinin ispatı” olduğunu görünce bayağı gülmüştük(ayrıntısını unuttum ama bunun gibi basit bir şey idi); ama o ispat için koca bir sayfa işlem yapmak gerekiyordu.

gerçekten 2×2= 4 müdür?

mevcut sayı sistemimizde öyledir elbette; ama dikkat ediniz! kendi kendine 2×2’nin 4 etmesi diye bir şey söz konusu olamaz. bu ancak mevcut sayı sistemi içinde bir tanımdır. matematikçiler ne demek istediğimi anlamıştır sanırım…

veya kendi kendine ofsayt diye bir kural var olabilir mi? ofsayt denilen olgu, ancak futbol adı altında tanımlanmış malum oyunun bir kuralı olarak vardır. ofsayt kuralının hariçte bir varlığı yoktur.

şu an “bilim” adlı bilgi edinme yöntemi ve o yöntemle elde edilen bilgi birikimi, sizin sandığınızın aksine mutlak değildir. bu çerçevede(paradigmada) elde edilmiş tüm bilgiler sadece o çerçeve ve bağlam içinde anlamlı ve tanımlıdır.

teorik olarak insan sonsuz sayıda farklı yöntemler ve paradigmalar üretebilir. bir üst paradigmaya göre bir önceki paradigmanın verileri çok ilkel kalacak, hatta cehalet olarak dahi görülebilecektir.

insan ne kadar üst seviye paradigmalar üretirse üretsin, şurası kesin ve nettir ki, evreni tümüyle kucaklayamayacak ve tümüyle ve mutlak olarak çözemeyecektir. mutlak bilgi insan için her zaman imkansız kalacaktır.

sonsuzun yanında herhangi bir sayı değerinin hükmü nedir?

sıfırdır değil mi?

sonsuza göre aklımızın alabileceği en yüksek sayı değeri bile sıfır hükmündedir.

bunun anlamı şudur: varoluşun sonsuzluğu karşısında insanın elde ettiği bilgi, hiç veya yok hükmündedir. gerçekte insanın o kadar övündüğü ve iblis gibi kibirlendiği bilgisi sırf cehaletten ibarettir; kuru gürültüdür.

insandaki aklın veya üstbeynin hali işte budur.

insanda bir de altbeyin vardır ki, o da kendine özgü bir yöntemle geliştirildiğinde evreni bütüncül olarak kavrayabilmektedir. edindiği bütüncül bilgileri ise insanlara genelde sembol, mecaz ve teşbihlerle(metaforlarla) anlatmaktadır. zira altbeyin rüyaların diliyle konuşur(işte din gerçekte tam olarak budur. kurumsal dinler ise bütüncül hakikatin zaman içinde akılla deforme edilmiş halleridir).

gerekli altbeyin eğitiminden geçmiş klasik tasavvuf ehli, evreni bütüncül olarak kavramayı başardığı zaman mutlak bilgiye ulaştığını ve tanrıyı anladığını zannetmiştir. ancak tıpkı bilimperestlerin ilkel mutlakçılığı gibi tasavvuf ehlinin mutlakçılığı dahi yanlıştır. zira bütüncül olarak kavramak, mutlak olarak kavramak anlamına gelmemektedir.

insandaki altbeyin gerekli saflığa ulaştığında evren için tıpkı bir ayna hükmüne girmekte ve evren o aynaya bütün olarak yansımaktadır; tıpkı güneşe tutulmuş bir el aynasında güneşin tam bir kopyasının ve suretinin oluşması gibi…ancak güneş bir el aynasına yansıyabileceği gibi dev bir aynaya da yansıyabilir veya göle, denize, okyanusa da yansıyabilir…bunun sonu yoktur…yansıyan güneşin sureti ne kadar büyük olursa olsun, yine de aslının aynısı değildir ve aslının büyüklüğü yanında yine bir hiçtir(işte allahuekber’in manası budur). bu büyük marifeti bize ilk açıklayan imam-ı rabbani olmuştur.

ey insan!

bilgi sandığın kuru gürültü ile kibirlendikçe kibirleniyorsun

tıpkı iblis gibi…

dikkat et!

aklını başına devşirmezsen, senin de sonun onun gibi olur…

PSİKOLOG

işinin ehli bir psikoloğun insanlara yardımcı olamayacağını söyleyemem.

yeteneği, birikimi ve tecrübesi ile dibe vurmuş insanlara az çok faydalı olacaktır.

ancak nihai çözümün kesinlikle psikologlarda olmadığını net olarak söyleyebilirim. insan kendinde ne varsa başkalarına da ancak onu verebilir. psikoloğun kendinde yok ki size neyi versin.

eğer mutlak huzur ve dengeyi arıyorsanız, işte o hakikat ehlinin indindedir ve o aranan da tevhidin idrakından ibarettir.

daha bir kaç gün önce annem ile konuşuyordum. bana sürekli babamın hallerinden şikayet etti. onu bir müddet dinledikten sonra ona şunları anlatmaya başladım:

“anne, bilincin en yüksek mertebesi “rıza” makamıdır; yani allah’ın her işinden razı olmaktır. bu da kuru kuru, “allah’ım ben senden razıyım” demekle olacak iş değildir.

doğumumuzdan ölümümüze kadar yaşadığımız olumlu olumsuz her olay, karşımıza çıkan her kişi allah’ın dilemesi ve takdiriyle bize gelmiştir. hatta ve hatta eğer bir hırsız gelip senin malını çaldıysa, o sadece hakkın bir memurudur. o hırsıza senin malını çalma talimatını veren allah’tır(hırsız da yaptığı seçimlerle o role kendini müstehak hale getirmiştir).

kısacası başımıza gelen sıkıntı, bela, hastalık, kaza vs. ne varsa bil ki, onu gönderen ancak allah’tır. bizdeki bir bilinç çarpıklığının veya yanlış bir fiilimizin karşılığıdır. ancak sanma ki bu ceza sırf adalet üzere gelmiştir. zira allah merhametlilerin en merhametlisi, şefkatlilerin en şefkatlisidir. bizi bizden daha çok sever; bizi bizden daha çok düşünür. eğer allah bize tam olarak hak ettiğimizi verseydi, kısa zamanda helak olup giderdik.

bu nedenle bize ceza verirken asgari hadden verir ki, o dahi yine bizim iyiliğimiz, terbiyemiz ve daha beter azıp yoldan çıkmamamız içindir; yani aslında hakkın cezası dahi merhametindendir. okuldan kaçan çocuğa babasının bir tokat aşk etmesi zahiren şiddettir; ancak özünde merhametten ibarettir; tıpkı onun gibi…

işte bu yüzden başına gelen hiçbir şeyden şikayet etme, zira hakkı şikayet etmiş olursun. hakkı yersiz iş yapmakla suçlamış olursun. halbuki her şey tam olması gerektiği gibidir. o mutlak ilim ve hikmet sahibidir. o’ndan abes ve boş iş çıkmaz ve o’nun her işi zaten merhamet ve şefkat içeriklidir.

rızkın için dahi canını sıkmana gerek yoktur. rızkın dahi senin idrak mertebene endeksli olarak kolay veya zor yoldan gelecektir. tevhid idrakı hasıl oldukça rızkın gelmesi kolaylaşır.

sırf bu gerçekleri şeklen kabul etsen dahi, başına gelenlerden duyduğun acının büyük ölçüde yok olduğunu göreceksin. eğer yaşantı olarak yani altbeyninle de kabul etmeyi başarırsan, o zaman zaten direkt cennet hali ortaya çıkacaktır sende.

kimseyi suçlama
kimseden şikayet etme
kimseye kızma
kimseden nefret etme
kimseye düşmanlık yapma

zira onlar sana göre sadece birer kukladır. hepsinin ipleri hakkın elindedir(sana göre kukladır onlar…onların bir de kendilerinin allah ile ilişkileri vardır ki, o yüze biz hiçbir zaman temas edemeyiz).

bu alemde bir sen varsın, bir de allah var. geri kalan her şey rabbın(terbiye edicinin, başöğretmenin) elinde birer enstrümandan ibarettir; ister şahıslar olsun ister olaylar…

hak işte o enstrümanlarla seninle konuşur. hangi kuklanın ağzından çıkarsa çıksın, gerçekte onlardan çıkan hakkın kelamıdır; hakkın seninle konuşmasıdır. yine başına gelen her olay sana hakkın bir sözü ve mesajıdır”

bu sözün sonu yoktur…

böyle bir bakış açısına sahip olanın yaşantısı, psikolojisi ve hali nice olur, varın gerisini de siz düşünün artık…

GÜÇ KİME AİT

tevhidi müslümanlar bile anlamıyor ne yazık ki.

halihazırda islam, bir tür sekt dinine indirgenmiş durumdadır. “biz ve onlar; biz ve diğerleri” duygusu hakimdir müslümanlara. fiiller boyutunda işler böyle yürütülüyor belki; ama bilinç boyutunda kesinlikle bu duygunun yeri yoktur. aksi takdirde tevhidin yerinde yeller eser.

ne demektir tevhid?

yetmiş iki milleti bir göreceksin. asla aralarında ayrım gözetmeden, “hepimiz allah’ın kuluyuz” diyeceksin. herkese, hatta tüm mahlukata aynı şefkati ve merhameti göstereceksin. hatta ve hatta iblis ve şeytanların bile allah’ın kulları, görevlileri ve memurları olduğunu bileceksin. onları bile “gayr” olarak görürsen tevhid ilkesi o anda bozulacaktır.

“allah” esması hem negatif hem de pozitif tüm manaları içermektedir. mesela mudill(saptıran, yoldan çıkaran) esması dahi zata bağlı bir isimdir. işte şeytan bu esmanın, yani mudill esmasının mazharı ve görevlisidir. kısacası kişiyi doğru yola eriştiren allah olduğu gibi saptıran, yoldan çıkaran dahi yine allah’tır; hâdî(doğru yola eriştiren) veya mudill esmasının görevlilerini onun üzerine salarak…

peki allah kimi yoldan çıkartır?

elbette yoldan çıkmak için o’na dua edenleri…peygamber efendimize ve onun varislerine uyan kimseler doğru yola girmek için dua etmiş olurlar. aykırı davrananlar ise, “allah’ım bizi saptır, bizi yoldan çıkar” diye dua etmiş hükmüne girerler; dilleriyle değil ama lisan-ı halleriyle…elbette allah tüm duaları kabul buyurur veya bir diğer izahla, o’nun esması ile kaim olan evrensel düzen, kendisine yapılan her etkiye otomatik olarak gerekli tepkiyi üretir.

tüm bunları niye anlattım?

avamın tarih yazıcıları veya kahramanlar olarak zannettiği şahıslar dahi aslında hakkın birer görevlisi ve memurudurlar. negatif veya pozitif kutupta olmaları bir şey değiştirmez. negatif, şer veya antitez kutbu dahi allah esmasına bağlıdır çünkü. imanın altı şartını sayarken, “hayır ve şerrin allah’tan geldiğine inanmak” maddesini ezbere ve klişe olarak söylemeseydik, bu yüksek bilgiye herkesin kolay yoldan erişimi olabilirdi belki.

avamın hatası şudur: onlar kahramanların kendileri gibi sıradan insanlar olmadığını, birer deha olduklarını ve olağanüstü özellikleri sayesinde tarihi yazdıklarını zanneder. oysa hiçbir insanın diğerinden farkı yoktur. hepimiz hakkın ve onun sisteminin birer görevlisiyiz. “dünya bir tiyatrodur. kimine krallık rolü düşer, kimine çöpçülük. rolünü en iyi yapan alkışlanır”.

bir genelkurmay başkanı tek sözü ile milyonluk orduları harekete geçirebilir. tüm savaş uçaklarını kaldırtıp hedefleri cehenneme çevirebilir. elbette onun böyle bir gücü(!) vardır. ancak bu güç tamamen bağlı olduğu düzenle alakalıdır ve kesinlikle şahsi bir özelliği değildir. nitekim aynı kişi emekli olup bağlı olduğu düzenden çıkınca, aynı bizim gibi sıradan vatandaşa dönüşmektedir.

tarihteki kahramanlar dahi tümüyle böyledir. gerçekte yaptıkları her işin arkasında devlet-i aliye’nin yani evrende işleyen ilahi düzenin gücü vardır. onlar sadece düzenin birer görevlisidirler ve de herkes gibi sıradan insanlardır.

hak ve hakikat ehli makam sahibi olup düzenin büyük güçlerine kumanda ederken asla kibre düşmezler. o gücü kendilerine mâl etmezler. geçici bir görevde olduklarını gayet iyi bilirler. antitez kutbundakiler ise herhangi bir makama geçmeye görsünler, derhal onu sahiplenirler ve kendi benliklerine iliştirirler. kendi dehaları sayesinde böyle büyük işler yaptıklarını iddia etmeye ve çevreye yaymaya başlarlar. böylece kapıkullarını da bir tür tanrı olduklarına inandırırlar. gücün böyle bir dayanılmazlığı vardır. güç yüzüğüne herkes karşı koyamaz.

sonuç: tarihte her ne olduysa öyle olması gerektiği için olmuştur. başka türlü olamayacağı için öyle olmuştur. başka türlü olurdu demek, hikmet-i ilahiye’yi itham etmektir. hakîm(mutlak hikmetle iş gören) ismini gereğince değerlendirememektir.

sonsuz hikmetle iş gören allah, gerek tez(hayır) gerekse de antitez(şer) kutbunda en uygun kullarını istihdam eder. hatasız iş çıkarır. aksini düşünmek mümkün değildir.

SİYASET SAVAŞLARI

bu iş biraz da “ah şu yeni nesil” söylemine benzer.

milattan önce bilmem kaçıncı asırda kazınmış tabletlerde bile yeni nesilden, gençlerin kötü gidişatından şikayet edildiğini görürsünüz.

siyasi ortam da öyledir. ülkenin batmakta olduğunu söyleyen güruh hiç eksik olmaz. her dönemde “ülke elden gidiyor” diyen bir güruh vardı ve de hep olmaya devam edecektir. halbuki olanlar hep aynıdır. ülke ve toplumsal şuur düşe kalka da olsa, kör topal da olsa tarih içindeki seyrine devam ermektedir. hepsi bu.

2000’lerden sonraki türkiye’yi biliyorsunuz…1990’larda ise ülke siyasetine tam bir kaos hakimdi. koalisyon hükümetleri, asker müdahaleleri, her gün patlayan bombalar ve terör…

1980’li yıllar ise özal dönemi idi. özal’a yapılan saldırılar rte’ye rahmet okutan cinsten idi. turgut özal ilkel bir tarım ülkesini dünya kapitalizmine entegre etmeye çalışırken, eski yönetici elit gücün elinden kayıp gideceğini anlamış ve ona karşı haçlı seferlerine girişmişti.

1970’li yıllarda ise türkiye zavallı, fakir bir tarım ülkesi idi. ülke sağcı ve solcu diye ikiye bölünmüş, birbirinin kanına ekmek doğramakla meşguldü. ülkenin her yerinde her gün cinayetler işleniyor, kahvehaneler taranıyor, bombalar patlıyordu.

ondan önceki türkiye de yine ölümcül chp-dp/ap mücadelelerine sahne olmuştu.

demem o ki dostlar, işler hiç de sizin zannettiğiniz gibi değildir. siyaset bir kaynak paylaşım savaşıdır.

dikkat ediniz!

kaynak paylaşım savaşı…

ideolojiler, siyasi görüşler sadece bu paylaşım savaşının kılıfıdır. kimse size “ben para ve makamları ele geçirmek istiyorum, güç ve zenginlik istiyorum, tüm derdim budur” demez. onun yerine bir takım siyasi söylemlere başvurur ve “ülke elden gidiyor” yaygarası yapar.

kapitalist üreticiler bile insandaki bu aşkın yönü keşfetmiş ve ona göre satış politikaları geliştirmişlerdir. adam altı üstü sigara satıyor; ama gece vadide yıldızlar altında, ateşin başında sigarasını yakan kovboy imajı vermeye çalışıyor. bir diğeri mavi gece elbisesi giymiş partiye giden sosyete kadın imajı satıyor vs…

ondan sonra milletvekili yapmak için üç milyon dolar isteyen partileri duyunca şaşırıyorsunuz. oysa şaşıracak bir şey yok ortada. neticede siyaset de bir sektördür.

siyasiler sürekli ve ağır propaganda ile kitlelerin aklını bulandırıyorlar ve onları sürü gibi güdüyorlar. iktidar yanlısı propaganda ülkenin aydınlık ufuklara doğru yol aldığını ilan ederken, muhalifler de ülkenin gittikçe karanlıklar ülkesine, mordor’a dönüştüğünü söylüyorlar.

altı üstü yetmiş yıllık bir ömre sahip insan için tüm bu yaygara çok gereksiz…

arkadaşlar eğer psikolojinizi bozmak istemiyorsanız,

  1. haberleri ve gündemi takip etmeyiniz. tv’den, medyadan, haber sitelerinden şeytandan kaçar gibi kaçınız. böylece siyasi yecüc mecüclerin şerrinden kendinizi kurtarmış olursunuz. merak etmeyin, önemli haberler size kendiliğinden ulaşacaktır.
  2. kendi gündeminiz ve hobiniz olsun.

ve şundan da kesinlikle emin olabilirsiniz: ülkenin hiçbir yere gittiği yoktur. kör topal, düşe kalka tarih içindeki doğal seyrine devam etmektedir. ülkelerin, toplumların kendi gelişim çizgileri vardır. bunlar asırlarca süren trendler ve döngülerdir. insan iradesinin bu işte dahli yoktur. yani boşuna kendinizi yormanıza ve paralamanıza gerek yoktur.

zinciri dişlersen, dişlerinin döküldüğü ile kalırsın. zincire bir şey olmaz. olan sana olur.

DUA İLE KORUNMA

kuran’da sahip olunan nimetlerin elden gitmemesi için “maşaallah, lâ guvvete illâ billâh” denmesi gerektiği öğütlenmektedir.

şimdi bu sözü inceleyelim:

maşaallah= “olan her şey ancak allah’ın dilemesi ile olmuştur” demektir. bu sözde irade sıfatına gönderme vardır.

lâ guvvete illâ billah= “tüm oluşlar onun kudreti ile olmuştur” demektir. burada kudret sıfatına gönderme vardır.

kısacası bu sözleri tekrar ettiğimizde, tüm oluşların ancak allah’ın dilemesine ve kudretine bağlı olarak gerçekleşmiş olduğunu hatırlarız.

peki niçin böyle bir hatırlamaya ihtiyaç duyuyoruz?

çünkü insan gaflete düşmeye yatkın bir varlıktır. onun gaflete düşüp allah’ı unutması belaya davetiye çıkarmak demektir; çünkü küfran-ı nimet edenin, nankörlük edenin elindeki nimetlerin alınması gerekir ki, aklı başına gelsin. aksi takdirde hızını alamayıp yoldan tamamen çıkacaktır.

çok eski devirlerde bir topluma peygamber gönderilmişti. o toplum peygamberlerine hiç itiraz etmediler. onu doğruladılar ve sözünü dinlediler. neticede çok ahlaklı ve güzel insanlara dönüştüler. bir gün o peygamber insanlarına bakarken onların halleri çok hoşuna gitti ve kendi kendine memnuniyetini izhar etti. o gün binlerce kişi öldü. zira peygamber kendi toplumuna nazar değdirmişti. halbuki “maşaallah, lâ guvvete illâ billâh”, yani “bu güzellik allah’ın dilemesi ve kudreti ile hasıl olmuştur” deseydi hiçbir şey olmayacaktı. bir anlık unutkanlığın bedeli ağır olmuştu.

bakın burada çok büyük bir incelik gizlidir. tüm varoluş aslında etki-tepki prensibiyle ve otomatik olarak çalışan bir düzendir. allah zatı itibariyle alemlerden ötedir. alemler ilahi isimlerin(binlerce esmanın) yansıması ve dengesi ile ortaya çıkmış bir sistemdir. isimler de zata bağlı olduğu için elbette bu düzen allah’ın zatına bağlıdır. o yüzden son tahlilde mahlukatın tüm fiilleri tek bir fiil olarak allah’a atfedilir(sinema perdesinde pek çok hareket görürüz, ancak aslında hepsi tek bir harekettir, onun gibi…). ancak allah’ın zatı ile insan arasında devasa ölçekte bir sistem, düzen veya devlet-i aliye olduğu asla akıldan çıkarılmamalıdır.

işte bu sistem nedeniyle, insan her ne yaparsa anında sistemden tepki görmektedir. esasen tüm belaların, tüm şerlerin, tüm negatifliklerin, maddi ve manevi tüm hastalıkların son tahlilde sebebi yalnızca ve yalnızca gaflettir, allah’ı unutmaktır. yine son tahlilde hepsinin ilacı ve şifası da allah’ı hatırlamaktan ibarettir.

diğer yandan bir şeyi bilmek veya manaları üstbeyin ile tekrar etmek hatırlamak, anmak sayılmaz. zira varoluş ancak insanın altbeynine(kalbine) tepki vermektedir. anmak veya hatırlamak altbeyin ile olmalıdır. altbeyinler ise, devrimizdeki hayat tarzı ve dünya görüşü nedeniyle, büyük ölçüde işlevini yitirmiştir. zira frekansı vahşi hayvanat seviyesine kadar düşmüştür. bu durumdaki insanların duası veya tesbihi yalnızca dilinin ucunda kalır. netice almaları da mümkün olmaz. ondan sonra “duanın hiçbir işe yaramadığı” gibi bir fikre kapılmaya başlarlar. halbuki altbeyni(kalbi) ile dua edebilen kişi, duası ile dağları bile yerinden oynatabilecek ilahi kudreti kendinde açığa çıkartabilir.

SEZAR MENDERES BENZERLİĞİ

tüm tarım toplumlarında olduğu gibi antik roma’da dahi iki ana sınıf teşekkül etmişti. bunlar soylular(patrisyenler) ve avam(plebler) idi.

ilk başlarda roma’daki tüm askeri ve siyasi güç soylulardan oluşan senato’da toplanmıştı. avamın(pleblerin) hiç söz hakkı yoktu. roma’da avam ile soylular arasındaki çatışma yüzyıllarca sürdü. en sonunda avam iktidara ortak olmayı başardı.

sezar kendisi de soylu olmasına rağmen sırtını avama yaslamayı tercih etmişti. işte sezar ile menderes arasındaki ilk benzerlik budur.

menderes dahi esasen bir chp milletvekili olarak seçkin sınıfa mensuptu. ancak siyasi mücadele esnasında, o da sırtını avama yani büyük kitleyi oluşturan köylülere dayamayı tercih etnişti.

hem menderes hem de sezar, avam desteği ile iktidarı ele aldılar. ancak ikisi de sonuçta seçkinlerin gazabına uğradılar ve seçkinler tarafından öldürüldüler. sezar senatoda onu tiran olmakla itham eden bir grup senatör tarafından sayısız defa bıçaklanarak katledildi.

menderes ise yine tarım toplumu seçkinleri tarafından diktatörlüğe gittiği gerekçesi ile asılmak suretiyle idam edildi. üstelik asılma işlemi usulüne uygun yapılmadığı için, menderes darağacında yarım saat boyunca can çekişerek öldü. zira menderes’e de tıpkı sezar’a olduğu gibi soyluların tepkisi, nefreti ve kini büyüktü.

1960 darbesinden sonra yapılan anayasa ile iki meclisli sisteme geçildi ve millet meclisine ek olarak cumhuriyet senatosu kuruldu.

cumhuriyet senatosuna seçilebilmek ve senatör olmak için seçkinlerden olmanız gerekiyordu. bunun için çok çeşitli tedbirler alınmıştı.

ne kadar ilginç değil mi?

avam meclisine ek olarak soylular meclisi, yani senato kurulmuştu; tıpkı roma’da olduğu gibi… ancak işler hiç de tarım elitinin umduğu gibi gitmedi. senato ile avamın önünü keseceklerini sanmışlardı ama planları pek tutmadı. avam, adalet partisi aracılığı ile yine bir şekilde iktidarı ele geçirmeyi başarmıştı.

bunun üzerine seçkinler askeri güç kullanma yoluna gittiler ve sosyoloji değişinceye kadar da genelkurmay üzerinden gücün büyük bölümünü denetimlerinde tutmayı başardılar.

neticede tarım toplumunun dinamikleri galip gelmişti. tarım eliti ne yapıp edip bir şekilde iktidarını korumayı başarmıştı. ancak seçkinler için denizin bittiği yer, türkiye’nin sanayileşmede belli bir aşamaya ulaşması oldu. sanayileşme sonucu köylü sınıf yok olmaya yüz tutmuştu. hepsi şehirlere göç edip lümpenlere dönüştüler. köylüler yok olunca elbette onların efendilerinin de yok olması kaçınılmaz olmuştu.

bu sefer de iktidar lümpenlerin eline geçmişti; akp aracılığı ile…bir sanayi toplumunda askeri güç kullanmak da mümkün olmayınca, eski tarım eliti gerçekten güçten düştü. chp elitinin ölmekte olan yılan gibi kıvranmasının temel sebebi budur. zira gerçekten ölüyorlar; sekerat-ı mevte düşmüş durumdalar.

peki bundan sonra ne olacak?

türkiye tam anlamıyla gelişmiş bir sanayi toplumu olduğunda sosyoloji bir kez daha değişecek. mevcut partiler ya yok olacak ya da dönüşecekler. dönüşmeyi reddeden kesinlikle ortadan kalkacak. zamanın ruhunu yakalayan yeni partiler ortaya çıkacak.

akp ve chp, dönüşmeyi başarabilecekler mi?

biri lümpen sınıfın temsilciliğinden, diğeri “eski tarım eliti döküntüsü” parti olmaklığından kurtulabilecek mi?

zaman gösterecek…

ömrümüz vefa ederse, biz de göreceğiz…

EVLİLİK PUTU

kadınların en büyük putu evliliktir.

ben henüz evlilik putuna secde etmeyen bir kadına denk gelmedim desem yeridir.

hakka değil de puta tapanın sonu ise malumdur.

peki bu işin doğrusu nedir?

“mülk allah’ındır. ben de allah’ın kuluyum. ben ve bedenim dahi allah’ın mülküne dahildir. onu dilediği, takdir ettiği karşıt cins ile eş kılar. ben evlilik veya eş peşinde koşmam. ancak yüzümü hakka çeviririm. gerisi o’nun bileceği iştir; o’nun takdiridir. o dilerse nasip eder; dilemezse etmez…”.

elbette altbeyniyle(kalbiyle) bu şuura gelebilmiş olana, allah en münasip eşi gönderecektir. zira hakk bizi bizden daha çok sever. bizi bizden daha çok düşünür.

o’nun bizim için seçtiği, elbette bizim kendi kendimize seçtiğimizden hayırlıdır. ancak yüzünü hakka dönmemiş olan, işini ona ısmarlamayıp kendi cüzi aklına güvenen ve ona göre hareket eden kişi, kural gereği kendi haline terk edilir.

sonuçta evlilik putuna secde eden kadın, hırsla kendine bir eş bulur; ama başına bela bulur. zira hırsın gözü kördür. kör olan da odun topluyorum diye yılanı eline alır. gerisi çorap söküğü gibi gelir…

kanaatimce evlilik putunu kırabilmiş olan kadın, zamanımızın rabiatü’l adeviyye’si hükmündedir.

not: erkeklerin putları ise para, kadın ve güçtür. erkekler kadına taparlar ama; evlilik diye bir saplantıları yoktur. bir emmare erkeği, iç alemi itibariyle, gördüğü her güzele secde eder.

YERLER VE GÖKLER

uzaya doğru bir roket fırlattığımızı düşünelim. bu roketin belirli bir yüksekliğe ulaştıktan sonra dünyaya tekrar düşmesini istemiyorsak, minimum hızı saniyede 11 km olmak zorundadır. roketimiz bu hızın altında kalırsa nihayet dünyanın kütle çekimine yenik düşecek, gittikçe yavaşlayacak, bir noktada hızı sıfır olacak ve gerisin geriye arza(yeryüzüne) düşmeye başlayacaktır.

arz ve semavât= yerler ve gökler.

“yerler ve gökler” tabiri ilk anlamı itibariyle herkes duyar duymaz ne anlıyorsa odur. ancak tasavvufi anlamı ilk anlamı da içine almak kaydıyla çok daha geniştir. günümüz insanının anlayacağı dille ifade edersek; basitçe arz, evrenin düşük titreşim frekansına sahip katları iken, gökler evrenin yüksek titreşim frekansına sahip üst katlarıdır veya boyutlarıdır.

evrenin üst katlarına tırmanmak(mirac) için yapılması gereken de aslında bellidir: titreşim frekansını yükseltmek. bu da aynı zamanda altbeyin bilincinin yükselişi de olmaktadır.

gerek şahıslar gerekse de toplumlar(kolektif bilinç itibariyle) bulundukları bilinç veya titreşim frekansı katının getirdiği kadarıyla gelişmişliğe ve olgunluğa kavuşurlar. bu durumda rahatlıkla olgun insanların altbeyin bilinçleri veya gelişmiş toplumların kolektif bilinçleri diğerlerinden daha yüksek katlardadır diyebiliriz. titreşim frekansının düşük olması ise gerek kişilerde gerekse de toplumlarda ilkelliğe, fakirliğe ve geri kalmışlığa neden olur.

anglo-saksonlar kabaca son 500 yıldır dünyanın hâkimleri ve medeniyetin temsilcileri konumundadırlar. bu konumlarını da kimilerinin iddia ettiği gibi “dünyayı sömürmelerine” borçlu değildirler. elbette yüksek şuurda olan, düşük şuurda olana her zaman galebe çalar. o gücüne istinaden de dünyanın kaynaklarını kendi tasarrufuna alma eğiliminde olması, eşyanın doğası gereğidir.

doğunun düşük titreşim frekansında ve düşük şuurda kalıp, anglo-saksonların yükselebilmesi onların putlarını kırabilmesi ile alakalıdır. dikkat ederseniz batıda “aydınlanma” denilen olgu esasen tam bir dinlerden yüz çevirme ve kurtulma sürecinden ibarettir. en sade anlatımıyla “aydınlanma”, dinlerin toplumun her alanından kovulması ve sürülüp çıkartılmasıdır.

işte anglo-saksonlar ve onlarla yakın kültürel etkileşimde bulunan periferilerindeki toplumlar, dinleri etkisiz eleman konumuna düşürmekle lafla değil ama yaşantısal olarak “lâ ilâhe” demiş olmaktadırlar. putları kırmanın ödülü de büyük olmaktadır elbette. toplumsal bilinci ve titreşim frekansını çok yükseltmektedir putperestlikten kurtulmak.

bu noktada “dinlerin putperestlikle ne ilgisi var?” diye soracaksınız…

cevap basittir esasen: hakiki din, altbeynin yaşantısal olarak deneyimlediği bir süreçtir. tek başına üstbeyin(zihin) ile bilgisel düzeyde inşa edilmiş din ise kısa sürede devasa bir puta dönüşmekte ve hakikat önündeki en büyük engellerden biri olmaktadır. hatta daha da kötüsü sürekli bastırmalarla(çünkü altbeyinde bir gelişim olmamıştır) toplumsal düzeyde istibdata, kişisel düzeyde de nevroza yol açılmaktadır. kısacası tek başına üstbeynin bilgisel düzeyde inşa ettiği din, toplumları ve kişileri hasta etmekte ve pratikte putperest yapmaktadır.

evet anglo-saksonlar ve ortakları “lâ ilâhe” demeyi başarmış ve tüm putları kırıp bunun getirisini de yaşamışlardır. son 500 yıllık dünya hakimiyetleri ve ulaştıkları refah, putları kırmalarının ödülü olmuştur. ancak artık onlar için deniz bitmeye başlamıştır. zira “lâ ilâhe” deyip gerisini getiremez ve “illallah” diyemezseniz, kurtulma hızına ulaşamaz ve gerisin geriye döner ve arza düşmeye başlarsınız. tüm putları kırarsınız belki ama sonunda da en büyük putun esiri olursunuz.

o en büyük put dahi “benliktir”. eğer “lâ ilâhe”den sonra “illallah” demek mümkün olsaydı, “illallah” manası benlik dağının üstüne düşen milyon voltluk yıldırım hükmünde olacak ve onu tuzla buz edecekti.

işte bu aşamada yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş olursunuz. putlara secde etmekten kurtulursunuz belki; ama tevhidi kemale erdiremediğiniz için de tanrılık iddia eden deccala dönüşürsünüz. elbette deccalların muamelesi de farklı olacaktır.. onlar oyunun başında dünyaya hükümran olurlar; ama sonunda helak olup giderler.

anglo-saksonlar ve ortaklarının(veya uydularının) başına gelecek olan da işte tam olarak budur.

DÜNYA

evren iç içe açılan yedi boyutlu bir yapıya sahiptir.

dünya ve madde ise bu yapıdaki zemin katı oluşturan şu gördüğümüz uzay boşluğundadır. içinde bulunduğumuz kat en düşük titreşim frekansında olduğu için oldukça karanlıktır ve antitezlerin yurdudur.

antitezler, hakiki birer varlık ve aynı zamanda birer nur olan iyi, güzel ve doğrunun karşıtlarıdır. bu karşıtlar gerçek değil sanal varlıklardır; çünkü vücutları yoktur.

örnek: biz karanlığı günlük hayatta gerçek bir varlık olarak değerlendiririz. oysa karanlık sadece ışığın olmaması halidir. karanlık hakiki bir varlık değildir. tıpkı bunun gibi diğer tüm antitezler dahi sanal varlıklardır: zulüm adaletin olmaması, yalan doğrunun yokluğu, küfür imanın yokluğu, ahmaklık aklın yokluğu veya azlığı, fuhuş iffetin yokluğu, şer hayrın yokluğu, hastalık sıhhatin yokluğu, bela ve musibet afiyetin yokluğu vs…

bu noktada karşımıza en büyük karanlık çıkar: insandaki benlik…biz kendimizi hakiki, bağımsız, kendi gücü olan bir varlık olarak zannederiz. bu zanna içinde bulunduğumuz düşük titreşimli boyutun etkisi ile kapılırız. zira bilincimiz dahi bu düşük titreşim frekansına inmiş durumdadır ve daralmış bir algı skalasına göre hüküm vermeye başlamıştır.

insan benliğinden daha karanlık bir varlığı evrenin hiçbir yerinde bulmanız mümkün değildir. işte o benlik yüzünden insan çok cahil ve çok zalimdir. zira insan benlik sahibi iken kendi karanlığı ile allah’tan perdelenmiş durumdadır. hatta tüm evren ve içindekiler apaçık bir şekilde allah’ı zikredip her şeyleri ile o’na delalet ederken bunu bile göremez olmuştur… kör, sağır, dilsiz olmuştur…

eğer zikir, fikir ve ibadet ile bilincinin titreşim frekansını yükseltip o benliğin karanlığından kurtulabilirse, o zaman ne kendinin ne de evrenin bağımsız birer varlık olmadığını, kendi vücudu da dahil hepsinin allah’ın mülkü olduğunu, belli bir kader planına göre o’nun tarafından sonsuz bir hikmetle çekip çevrildiğini müşahade edecektir.

insanın bu dünya denilen karanlık diyara sürgün edilmesinin sebebi işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. antitezlerin varlığı nedeniyle diyalektiğin işlediği, dolayısıyla bilincin ilerlemesinin mümkün dolduğu yegane ortam dünyadır. insan bilincinin dümya ile ilişik kestikten sonra bir adım dahi yükselmesi mümkün değildir. bu yüzden dünya ganimet elde etme yeridir ve oldukça zorlu bir okuldur. bu okulda gördüğümüz bela, musibet, şerler dahil her antitez sadece asıl gayeye hizmet etmek için vardır; insan bilincini yükseklere taşımak…kendini, evreni ve allah’ı bilir hale getirmek…

tüm bu hikmetleri göz önüne almadan dünyevi bilinçle değerlendirme yaparsak, işin içinden çıkamayız. ne kaderi, ne belaları, ne de ilahi hikmetleri anlayabiliriz. memeli hayvan seviyesinde kalır, vakti gelince de elleri bomboş bir halde dünyadan göçüp gideriz. ölenlerin en büyük pişmanlığı ellerinde fırsat varken dünya ortamını değerlendirememiş olmalarıdır. zira artık bilinçlerini yükseltme şansları kalmamıştır.

düşük bilinç demek düşük evren katlarında kalmak ve zorluklarla dolu ebedi bir yaşantı demektir. en kötüsü de allah’tan perdeli olmalarıdır. yüksek bilince ulaşanlar ise yüksek ve latif evren katlarına çıkıp ultra lüks bir hayatı sonsuza kadar deneyimlerler. dünyada iken kazandıkları yüksek bilişsel yetenekler ile bilinç evreninde imparatorlar gibi ebedi bir hayat sürerler. hatta allah’ı görürler ve o’nunla konuşurlar.

cennet içindeki cennet allah’ı görmektir.

allah’ın cömertliğine bakar mısınız? bir hiçken insanı var etmiş, ona kendi huzuruna çıkma şerefini bahşetmiş ve tüm hazinesini ona açıp, kendi güçleri ile donatmıştır.

sonsuz bir cömertliktir bu.

sonsuz cömertliğin ve sonsuz ihsanların için sana secde ederiz ya rab!

NEGATİF RUHLAR

kavgadan, çatışmadan beslenen ruhlardır bunlar.

cinni şeytanlar dahi tıpkı bunlar gibidir. insanlara negatif, karanlık ve şer işler yaptırmayı kendilerine görev edinirler ve o işlerin yapılma sürecinde üretilen karanlık enerji ile de beslenirler. beslenmekten kasıt kesinlikle mecaz değildir; düpedüz karanlık enerji ile gıdalanır bunlar. acıktıkça velinimetlerini tekrar günaha teşvik ederler. kısır döngü böylece sürüp gider.

emmare dediğimiz madde ve tabiat seviyesine düşmüş ruhların da şeytandan farkı yoktur. onlar dahi ancak çatışmadan, kavgadan, ısırmaktan, saldırmaktan, eleştirmekten vb. negatifliklerden hoşlanırlar ve bunlardan gıdalanırlar.

ben böyle kimseleri çok gözlemledim. normal hallerinde çok miskinler, ancak kavga ve gürültü olduğunda can geliyor bunlara; adeta hayat buluyorlar; çünkü negatif enerjiden besleniyorlar. kavga gürültü imkanını elinden alsanız bunların, oldukları yerde helak olup giderler. zira dışarda kavga edecek birilerini bulamazlarsa, bu sefer kendi kendileri ile kavga ederler.

negatif ruhların yalnız kalamamalarının sebebi budur. kendi karanlıkları, kendi çelişkileri, kendi çatışmaları ile başa başa kalmak istemezler gayet haklı olarak. o nedenle bir kimsenin yalnız kalabilme gücü, o kimsenin olgunluğu ve iç barışını sağlayabilme derecesi ile doğru orantılıdır(bir de hamlığı yüzünden arkadaş edinemeyen ve yalnızlığı seçen değil; ama yalnızlığa mahkum olan kimseler vardır. burada bahsimiz onlar değildir).

pozitif ruhlar çatışmaya ihtiyaç duymaksızın iş yapabilirler. kimseye saldırmadan, kimseyle kavga gürültü çıkarmadan işlerini yürütebilirler. ortaya orijinal görüşler, fikirler koyarlar. onların yolu taklit değildir. ancak negatif ruhlar ne yazık ki, bunlara dahi rahat vermezler ve gelir bulaşırlar.

her ne gerekçeyle olursa olsun, birbirlerine sövüp sayanlar, birbirleri ile amansız bir rekabete girenler, birbirleri aleyhinde her türlü menfiliği yapanlar negatif ruhlardır. insanların ezici çoğu böyledir. dikkat ederseniz siyasi yapı bile karanlık ruhlara göre ve onlara hitap edecek şekilde dizayn edilmiştir.