KALBE RÜCÛ

batin-alem2

islam’ın hem toplumsal düzen ve dünyevi ilişkilere, hem de ruhaniyata bakan yüzü vardır. birinci yüz peygamberlere, ikinci yüz ise evliyalara tevdi edilmiştir. bu sebeple, toplumu, siyaseti ve beşeri boyutu hedefleyen bu yüz, “nübüvvet ilmi” veya “nübüvvet kemâlâtı” kapsamına girer; diğeri ise “velayet(evliyalık) kemâlâtıdır. peygamberlerin dahi kendi velayetleri vardır ve bu kısım daha çok allah’la kendi aralarındaki özel bölgeyi tanımlar. evet, velayet büyük ölçüde hususidir, kişinin kendi iç dünyasını ve allah’a yakınlığın sırlarını esas alır. insanlarla veya toplumla veya siyasetle pek bir alakası yoktur. bu bölgede, topluma dair meselelerde çoğu zaman niyeti tashih etmek kâfi gelir.

hz. peygamber ve ilk iki halife devrinde nübüvvet ve velayet dengeleri mükemmelen sağlanabilmişti. daha sonra yavaş yavaş bu dengeler bozulmaya yüz tuttu; çünkü peygamberin vefatından sonra iman ve islam ateşi yavaş yavaş hararetini kaybetmeye başladı. bu olguyu sahabeler, “hz. peygamberi defneder etmez, kalplerimizdeki değişikliği hissettik” şeklinde ifade etmişlerdir. imam-ı rabbani hazretleri de, bu hadiseyi onaylar ve “nasıl hissetmesinler ki, artık imanları görmekten duymaya kalmıştı” diye izah getirir.

şuur seviyesindeki her yükseliş bizi tevhide, birliğe, birleşmeye götürürken, her düşüş de parçalanmaya, ufalanmaya, ayrışmaya sevk eder. nitekim, islam dünyasında da irtifa kaybından dolayı bu ayrışma gerçekleşti. hz. peygamberin mirası üç parçaya bölündü; çünkü aynı anda hepsini birlikte yürütmek imkansız hale gelmişti; zira bütünde parçalarının toplamından daha fazla bir şey vardır. o fazlalık olmazsa parçalar bir arada tutulamaz; tıpkı atom çekirdeğinde artı yüklü protonların bir arada tutulabilmesi için nötronların var olması şartı gibi…

peygamberin ilminin suretine zâhir alimler(fıkıhçılar), özüne tasavvuf ehli, toplumsal düzen kuruculuğu yönüne de, melikler(padişahlar, şahlar, sultanlar) sahip çıktılar.

şuur seviyesi çok düştüğü için bu yönlerin hepsinin bir tek şahısta toplanması mümkün olamadı. mesela, fatih sultan mehmet çok istediği halde akşemsettin onu tasavvuf sülukuna almamıştır ve “sen adaleti sağla yeter” demiştir; çünkü çok iyi biliyordu ki, fatih’i süluka alsa ondan bir derviş çıkmayacağı gibi padişahlık vasıflarını dahi yitirecek, hepten karmaşaya düşecek, devlet işlerini de aksatacaktı. sonuçta işin sonu fitneye, isyanlara, iç savaşa vs. gibi felaketlere varabilirdi.

ancak bu üç tayfanın birbirinden ayrılması ve âmiyâne tabirle voltranı oluşturamaması, sonuçta hepsinde bir dejenerasyona yol açtı. melikler/padişahlar kısa sürede birer süfli siyasetçiye, zâhir alimler de onların yardakçıları ve ideologları pozisyonuna düştüler. bu anlamda, islam alimlerinin toplumdaki işlevinin batıdaki kilise rahiplerininkinden pek az farkı vardır; her iki tayfanın da başlıca vazifesi, kurulu düzenin, metafizik referansla, meşruiyetini sağlamaktır.

din ile kurulu düzenin içiçe geçmesi, bunlardan birine yapılmış bir saldırının diğerine yapılmış gibi kabul edilmesine yol açtı. burada apaçık görüleceği gibi, muktedirlerin dini mutlak bir kontrol altında tutmaları zorunluydu. aksi bir durum devrilmelerine veya en azından sarsılmalarına neden olabilirdi. böyle bir atmosferde muhalafetin dahi varlık şartı, resmi dine karşı aykırı bir yorumun yapılabilmesine bağlıydı. islam dünyasındaki “şia-alevilik” asırlarca bu rolü oynamıştır. yoksa asırlarca sonra, “aslında iktidar hz. ali’nin hakkıydı” “yezid’e lanet” vs. söylemler niçin yapılsın? 7. yüzyılda iktidarın kureyş’in hangi kabilesinin hakkı olduğu bizi, hatta ortaçağ insanını neden ilgilendirsin ki? basitçe, saplantısız düşünebilen biri, demek istenileni kolayca anlayacaktır.

gelelim yakın tarihimize ve günümüze…

ortaçağ enkazı osmanlı, kemalistler tarafından yıkıldığı zaman pek çok mağdur oluşturdu. bunlar eski yapının siyasileri ve din adamları idi. yeni düzen demek, eski düzen ve ondan nemalananların suyunun kesilmesi demektir. işte bu kadro, yeni düzenin tabii muhalefetidir. başlangıçta bu muhalefet hem padişahçı, hem de klasik din yorumuna bağlıydı. bu çizgi zamanla evrile evrile şimdiki haline geldi; padişahçı değil(çünkü anlamı kalmadı) ama osmanlı övgücüsü, islamcı değil(çünkü uygulanabilirliği yok) ama muhafazakâr…

evet, islam bir yüzü itibariyle zaman üstü ve evrenseldir; ama bir yüzü itibariyle de zamanî, yerel ve sosyolojik gerçekliğe endekslidir. islam toplumsal plana uygulanamıyor çünkü zamanî olan yüz eskidi ve yenisi de geliştirilemedi. o eski yüze istinaden yapılan her girişim felaketle sonuçlanıyor. o halde günümüz müslümanı için tek bir yol kalmıştır: alan boşaltmak, siyasete karışmamak ve imanı kalbinde tahkim etmeye çabalamak…kısacası tasavvuf çalışmak…

ancak burada kritik bir mevzu var. eğer islam’ı sadece kalplere özgü kılıp, dünyevi düzen yönünü görmezden gelirsek, kuran’ın bir kısım hükümlerini inkar etmiş oluruz; bu da bizi küfre düşürür. bu sebeple işin o yönünü bir ideal olarak tutmalıyız. elbet bir gün nübüvvet ilmine sahip bir zat çıkacak ve islam’ın toplumsal plana dair arayüzünü yenileyecektir. işi ona havale ediyoruz. bizim de o yolda karınca kararınca bir katkımız olursa ne âlâ; ama şu anda asıl vazifemiz, kendi içimizde derinleşmek, iman ve marifetullah yolunda terakki etmektir.