DECCALIN EŞEĞİ

Johann_Heinrich_Füssli_-_Titania_liebkost_den_eselköpfigen_Bottom2

İnsan ile hakikat arasında üç perde vardır,

klasik tasavvuf ehli bunu üç şeytan olarak da ifade ederler.

bunlar “ene”, “âdet” ve” tabiat”tır.

ene yani insandaki benlik hissi, ego.

âdet, toplumun bizi geleneklerle programlayıp şuursuzca hareket eden otomatlar haline getirmesidir. yani bizi bir nevi pavlov’un köpeği pozisyonuna sokar.

tabiat ise bedenin içgüdüleri ve dürtüleridir. bunlar hormonal kaynaklıdır.

eğer insan bu üç şeytanı katledebilirse hakikate ulaşır. tasavvuf ehli “ene”nin altında “hüve” yi görerek egodan, inziva ile toplumsal şartlanmalardan ve oruç ile bedenin içgüdülerinden şuurlarını arındırıp miraçlarını yaparlar.

bir de bu aydınlanma yolunun ters istikametinde karanlık yol(dark side) vardır. çünkü allah her şeyi çift çift yaratmıştır. pozitif varsa mutlaka orada negatif de vardır. karanlık yolda, asıl yolda hasıl olanların bâtıl benzerleri hasıl olur.

onlar ene’nin altında hüve’yi görünce secde edecekleri yerde tam tersi uluhiyet iddia ederler, “tanrı benim” derler. hatta masonların inisiasyon ritüelinde adayımız önce bir aynanın karşısına geçirilip “o sensin” denilir. tasavvuf ehlinin sarhoşları da benzer sözler söylese de, bunlar itibara alınmaz çünkü o anda aşırı feyz altında akılları yitmiştir. aklı olmayanın sorumluluğu da yoktur.

toplumsal şartlanmaların kalkması da benzer süreçlerde gerçekleşir. işte burası zurnanın zırt dediği yerdir.

nurani yolun mensubu ene’yi ve toplumsal şartlanmaları kaldırınca büyük bir nuraniyet bedenini istila eder. o nur adeta bedeni bâtını itibariyle yıkayıp, arıtıp pırıl pırıl yapar. o beden etrafa hoş kokular neşretmeye başlar. bunlar misk, gül veya değişik çiçek kokuları olabilir. artık o kimsede asla dünyevi zevklere meyil kalmaz.

ancaaak, karanlık yolda tam tersi bir sonuç elde edilir. karanlık bilgemiz kendini tanrı bilmektedir ve bütün adetlerden soyunmuştur. yani artık onu tutacak, sınırlayacak değer yargıları, süper ego da kalmamıştır. herhangi bir nuru da olmadığı için bedenin dürtüleri bütün ihtişamıyla zuhur eder. artık o kimse kendini tamamen dünyevi zevklere gark eder, hiçbir limit tanımaz.

dünyevi zevklere ve şehavaniyete düşkünlüğün sembolü eşektir. artık onun şuuru “eşek” manasına bürünmüştür çünkü içgüdülerinin tahakkümünde ve güdümündedir.

onun sapkın şuuru binici, bedeni ise o şuurun bineği olan eşektir. esasen “o eşeğe değil, eşek ona binmiştir” desek daha doğrusunu söylemiş oluruz.

evliya ve enbiyanın bineği ise beyaz at, buraktır. eşek sahibini yeryüzüne, burak ise göklere çeker.

batı medeniyeti de toplumsal çapta ve geniş ölçekte aynı deccali manayı haizdir. nuraniyetten yoksun yükselmiş bir şuur sefahate yol açmakta ve neticede roma imparatorluğunun son dönemindeki gibi bir dejenarasyonla, topyekün bir çöküşü davet etmektedir.

HZ. DAVUT

Mountain2

 

rivayet edidiğine göre, hz. davut’un sesi o denli etkileyici idi ki, “zebur” okuduğunda dağlar, taşlar ve kuşlar ona eşlik eder, onun zikir halkasına dahil olurlardı. elbette ki, pozitivist-materyalist formatlı batı eğitiminden geçmiş günümüz insanlarının, bu ifadelerden bir şey anlamasını bekleyemeyiz.

ben de vakti zamanında kendi kendime sormuştum. tamamen cansız maddelerin, dağların, taşların, kuşların hz. davut’un zikrine iştirak etmesi ne anlama geliyordu? bu sorumun cevabı, zaman içinde yavaş yavaş kalbime düştü. kendimce o hakikati bir parça anladım.

bu mevzuyu idrak edebilmek için önce maddenin enerjetik boyutu ve melekler bahsinden haberdar olmamız gerekiyor.

bir kartonun üstüne demir tozlarının serpildiğini ve kartonun altına da bir mıknatısın yerleştirildiğini düşünelim. demir tozları derhal mıknatısın kuvvet alan çizgileri doğrultusunda hizaya gireceklerdir.

bu dünyanın hatta kainatın da işleyişi aynen bu misaldeki gibidir. dış planda unsurların hareketini görürüz ama gerçekte arka planda her işi çekip çeviren bu görünmez kuvvet alanlarıdır. her kuvvet alanının belli bir titreşim frekansı ve ona bağlı olarak değişen bir anlamı vardır. titreşimi yüksek olan alanlar, daha az titreşimi olan alanları domine ederler.

eğer bu bilgiyi iyi idrak edersek, dinin bir çok hükmünü ve sayısız hikmetlerini kimse bize izah etmese bile rahatlıkla kendimiz anlayabiliriz.

evet, etrafımızda gördüğümüz tüm maddi varlıklar, dağlar, taşlar, rüzgarlar, bulutlar, hayvanlar ve bitkiler bu kuvvet alanları tarafından sevk ve idare edilirler. her varlığa şeklini, şemalini, sınırlarını, vazifesini ve özelliklerini veren bu güç alanlarıdır. bu güç alanı yok olduğu takdirde geriye sadece bir avuç toz ve kül kalır çünkü artık bu maddeleri organize edecek güç yitmiştir.

bu açıklamalardan sonra artık hz. davut zebur okurken dağların, taşların ve kuşların ona nasıl eşlik ettiklerini kavrayabiliriz sanırım. her insan gibi, hz. davut’un dahi fizik bedeninin paralelinde enerjetik eşleniği ve bir güç alanı vardı. bir kimse ilahi isimleri zikretmeye başlayınca ondaki güç alanı etkilenmeye, titreşimini yükseltmeye ve dalga dalga etrafa da tesir etmeye başlar.

o kimsenin güç alanı ile dağların, taşların, kuşların güç alanı rezonansa girince tam da bize rivayet edilen hadise vuku bulur. hatta çok yüksek güç alanlarına maruz kalan canlıların ölmesi bile söz konusu olabilir.

kuran’da kuşların da bilhassa zikredilmesinin özel bir önemi vardır. zira yukarıda bahsedildiği gibi, her hayvanın kendine özgü bir güç alanı ve onun bir titreşim frekansı/zikri mevcuttur; ama hayvanlar içinde enerjetik alanının titreşimi en yüksek olan kuşlardır. bu noktada kuşların da önderi bülbül’dür.

bu bahsedilen güç alanının titreşimi düştükçe, ilgili varlığın seviyesi ve değeri de düşer. bu hakikat insan açısından önemlidir çünkü titreşim frekansı düştükçe kötü ahlak, yükseldikçe de latif ahlak o mahluktan sâdır olmaya başlar. bu noktada, peygamberler ve evliyanın spritüel eşleniklerinin titreşim frekansının çok yüksek olduğunu ve onların yüksek bir ahlakın temsilcileri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. yine aynı sebeple, kendileriyle kuşlar arasında bir etkileşim kapısının açılacağını öngörebiliriz.. evet, onlar adeta kuşlarla konuşurlar, sohbet ederler.

ilaveten, bazı hayvanların etinin haram kılınmasının hikmetini de mezkur hakikatten süzebiliriz. titreşimi çok düşük, dolayısıyla yenmesi halinde insanın da enerjetik alanının titreşimini düşürecek ve neticesinde de kötü ahlaka yol açacak hayvanların etinden sakınmamız istenmiştir bu sebeple.

bu bahsi istediğimiz kadar genişletebiliriz. netice-i kelam, bu meseleyi iyi idrak eder ve iyi tefekkür edersek, adeta elimize bütün kapıları açan bir anahtarın/maymuncuğun geçtiğini ve çoğu problemlerin çözümünü veren bir formülasyona ulaştığımızı görürüz.

not: yazı içinde de belirttiğim gibi bu bahsi bir çok dini mevzunun izahı için kullanabiliriz. bulutların sevki ve yağmurların yağması…insanların toplu dua yoluyla bulutları celp edebilmesi gibi…

abdest ve boy abdestinin de zahiri bir temizlik olmaktan çok insandaki enerjetik alanın negatif birikintilerden temizlenme hadisesi olduğunu da söyleyebiliriz. su, negatif birikintileri alır götürür. peki nereye götürür? elbette dünyanın enerjetik alanına aktarır.

bu durumda insanlık olarak sadece fabrika atıklarıyla denizleri kirletmiyoruz, günahlarımızla dünyanın manevi boyutunu da her geçen gün kirletiyoruz. bu günah kirleri bize felaketler olarak geri döner çünkü düzgün işleyen bir mekanizmanın içine bir avuç kum atılmışçasına, dünyanın enerjetik boyutu işleyişini bozar ve aksatır. bu durum madde planına doğal felaketler olarak yansır.

“ben özgürüm, istediğim günahı işlerim” diyenler iyi düşünsünler. zira işlediğimiz günahlar diğer insan ve canlıları, kurttan kuşa kadar her mahlukatı olumsuz olarak etkiliyor.

ŞİMDİ-HÛŞ DER DEM

time

Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;
Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel.

NFK

genelde insanoğlu tarafından kadri kıymeti bilinmeyen bir zaman aralığıdır “an-şimdi”... nefs/ego adlı canavar, “şimdi” yi, “gelecek” veya “geçmiş” adlı kiralık katillerine öldürtür. nostalji denilen o mâlihülya, ütopya denilen o mevhum cennet, hep “nefs”in hile ve hurdalarındandır.

çünkü kişi “an”a odaklanmayı başardığı demde, nefs/ego yokluğa karışır. bu sebeple nefs, nefs-i müdafaa halinde bizleri hep uzak bir geleceğe veya geçmişe salıp oyalamaya bakar.

nefsin muamelesi adamına ve adamın çapına göre değişir. ortalama bir insan:

önce okulunu bitirmeyi hayal eder, ondan sonra herşey güzel olacaktır.

sonra “bir iş bulayım, herşey güzel olacak” der.

sonra hayatın gailesinden sıkılınca, evlenince işlerin rayına gireceğini,

sonra çocuğu olunca,

sonra çocuğu büyütünce,

sonra çocuğu okutup adam edince,

sonra evlendirince,

sonra emekli olunca,

mutluluğa, huzura ulaşacağını ümit eder ve bu hayalle kendini teselli eder. ama bütün bunlar boştur… şimdi bulamadığını yarın nasıl bulursun? şimdi olamadığını yarın nasıl olursun?

“ama şu anki halim perişan”, yokluk, fakirlik, imkansızlık, şu, bu…deme!

bak milyon dolarlık adama! “milyar dolarlık adam” olma peşinde. hatta senden bile vahim durumda çünkü milyon dolarlık adamın başında milyon tane dert olur. bak siyasi güç sahiplerine!, tam kendilerini padişah sanmaya başlamışken, başlarına neler geliyor…canını kurtarma telaşına düşüyor.

demek ne olacaksan şimdi olacaksın, ne bulacaksan şimdi bulacaksın. ancak “şimdi”nin kapısı açık zannetme! orası kilitli bir odadır. oraya kademini atabilmek için bir anahtara ihtiyacın var. o anahtar ise “rıza”dır.

ister acı olsun ister tatlı, başına gelen herşey sonsuz hikmet sahibinin takdiriyledir ve her biri sana birer ders mahiyetindedir. ondan boş ve abes iş çıkmaz. o halde itiraz etme, razı ol. hapislere düşsen de, sürüm sürüm sürünsen de hatta derinin yüzülmesine hükmetseler de “razı” ol.

işte o zaman nefsin ölüm çığlıklarını, feryadını duyarsın. aksi durumda kendi tutuşturduğun bir ateşle azap olunursun. o ateş her daim seni yakıp kavurur, “rıza” hakikatini idrak etmediğin sürece de sönmez.

siyasi ütopyalar da nefsin hile ve hurdalarına dahildir ki, nefs onunla yüksek istidat sahiplerini avlar. düzeni değiştirmek, yeryüzü cennetini tesis etmek, şu, bu…tabii burada, vizyon sahibi olmayalım demiyoruz ama ekseriyetle iş, vizyon boyutunu aşıp hayallerde yaşamaya ve şimdiyi kaybetmeye dönüşüyor. en azından benim çevremde gördüklerim bu şekilde.

MELEKLER

Galactic2

dünyamız…binbir türlü varlık…madde, bitki, hayvan…ve en önemlisi hummalı bir faaliyet…bitkiler büyüyor, olgunlaşıyor sonbaharda kuruyor…hayvanlar, yiyor içiyor ürüyor ve ölüyorlar…tabii hadiseler, kar, yağmur, çamur, rüzgar…

soru: kainatta muazzam bir faaliyet göze çarpıyor, acaba bu fiilin bir faili yani yapıcısı var mı? zira ortada bir fiil varsa failin de olması akla yakın…

klasik maddeci bir yaklaşımla bu meseleyi çözmemiz pek mümkün değil. o zaman farklı bir yol izleyelim…tasavvuf büyüklerinden ilham alarak…misal:

bir kağıdın üstündeki demir tozlarını kağıdın altındaki bir mıknatıs derhal hizaya sokacak ve bütün demir tozları mıknatısın kuvvet alan çizgileri doğrultusunda düzen alacaktır. burada mıknatıs demir tozlarına nispetle emrine karşı gelinemeyen bir komutan mesabesindedir. demir tozları tam bir edilgen tavır içinde emri itirazsız uygularlar.

dikkat edersek bütün varlıklar nihayetinde elementlerden oluşmuştur. bitkinin de, hayvanın da, insanın da yapıtaşı hep aynı elementlerdir. başta karbon, azot, oksijen vs…olmak üzere. bir varlığı diğerinden farklı kılan, yapıtaşı olan elemenlerin düzenidir. aralarında başkaca bir fark yoktur.

işte burada, her varlığın asıl şahsiyetini oluşturan ve o varlıktaki elementlerin düzenini sağlayan bir kuvvet alanından bahsedebiliriz. mesela bir ağaçta, o ağacın bütün faaliyetini düzenleyen ve organize eden bir güç alanı mevcuttur.

bu alan, insan algısının sınırları dışındadır yani göremez ve hissedemeyiz. ancak bu sınırlama, algı sınırlarını çok fazla genişletmeyi başarmış olan tasavvuf büyükleri için elbette geçersizdir. onlar bu alanları görebildikleri gibi onlarla bir nevi iletişim dahi kurabilirler. çünkü bu alanların da insan seviyesinde olmasa da kendilerine göre bir şuurları vardır. ve dahi belli bir titreşimleri vardır ki bu titreşim onların zikir mertebesini oluşturur.

böyle bir alan, canlı, cansız, bitki, hayvan, her bir varlığın etrafını çevirir. son tahlilde bir varlığı diğerinden ayıran bu alanın mahiyetidir. işin daha garibi bu alan sadece fertlerde değil türlerde de vardır. mesela her bir elma ağacının bir kuvvet alanı olduğu gibi yeryüzündeki bütün elma ağaçlarının da ortak ve üst ve kapsayıcı bir kuvvet alanı vardır. bu alan diğer elma ağaçlarının kuvvet alanlarının birleşiminden oluşmuş değildir veya onların toplamı değildir bilakis her bir elma ağacının alanı üzerinde hâkim, güdücü, titreşimi daha yüksek yönetici bir alandır.

bu misali bütün varlığa yayabiliriz. her bir insanın bedeni etrafında bir güç alanı olduğu gibi ayrıca bütün insanlığı birbirine bağlayan ve onların ortak şuurunu oluşturan bir alan dahi vardır. dünyanın bir alanı olduğu gibi, güneş sisteminin, galaksinin ve niahayetinde topyekün kainatın bir kuvvet alanı söz konusudur.

işte bu alanlardan din terminolojisinde “melek” diye bahsedilmiştir ki “melk” güç, kuvvet, kudret demektir. bütün varlığı içine alan ve diğer bütün kuvvet alanlarını düzenleyen devasa gücü bir düşünün!

bütün bu güç alanları hiyerarşik bir yapılanma içindedir. zaten genelde rüyada asker, subay şeklinde müşahade edilirler. titreşimi yani zikir sayısı yüksek olan astlarını domine eder. emre itaatsizlik asla söz konusu olamaz.

işin bir vechesi itibariyle, tasavvuf ilmi, insanın sahip olduğu bu alanı/meleği/ruhu zikir yolu ile yükseltip kainat çapında bir genişliğe ulaştırma çabası ve usulü olsa gerektir. allahu alem…

AYDINLANMA

aydinlanma2

batı dünyasının arka planını yani ruh ve mana alanını antik yunan ve eski mısır’a kadar takip etmek mümkündür. bilhassa eski mısır hermes trismegistus da denilen idris peygamberin ilim mirasının kabuğuna sahiptir. zira zaman içinde idris a.s.’ın bilgeliğinin içeriği boşaltılmış, tersine çevrilmiş ve tarihin sayılı dark side/karanlık yüz merkezlerinden biri ortaya çıkmıştır.

batının eski mısır ve yunan sevdası bu yüzdendir. filmler, araştırmalar vs…adamlar ister istemez ruh köklerine çekiliyorlar. doğu islam aleminin ruh kökleri de tasavvuf adı verilen irfan okullarına istinat eder ki, marifetin aydınlık yüzüdür.

batı ile doğu eşyanın tabiatı icabı karşı karşıya gelmiş, uzun süre başa baş mücadele etmişler ve nihayetinde doğu, batı karşısında dağılmış ve ağır bir mağlubiyete uğramıştır. aralarındaki çatışma öncelikle irfan boyutunda cereyan etmiştir. ancak onlar ruhun karanlık yüzünden de olsa marifette doğuya fark atmayı başarmışlardır.

karanlık yüz neden daha başarılı oldu? yoksa daha mı güçlü? hayır! daha güçlü değil ama daha kolay…çok kısaca izah edersek, karanlık yüzde aydınlanmaya ulaşmak için bir insan, şu üç aşamayı geçmeli ve üç kilidi açmalıdır:

1- göbek bölgesindeki temel içgüdü merkezi aktif hale getirilmelidir. bunun için bütün cinsel takıntılar ve içgüdüsel eğilimler bertaraf edilmelidir. burada kördüğüm olmuş kırmızı iplerin(spritüel görüş itibariyle) tamamı kesilmelidir. tabii bu bahsettiğim hadiseler hep bedenin enerjetik boyutu itibariyledir madde kısmıyla alakalı değildir.

bu bölgenin çalıştırılması için tam bir cinsel özgürlük gerekir ki şeytanın neden insana bu tür bir davet yaptığını böylece anlamış oluyoruz. çünkü şeytan insanı aydınlanmaya ve bilgeliğe davet ediyor. batı dünyasındaki açık saçıklık, eşcinsellik, porno, kadınların özgürleşmesi adı altında cinsel bir meta haline getirilmesi vs…hep bu amaca yöneliktir.

2- kalpteki duygusal merkezin açılması ve çalıştırılması. buradan dışarıya uzanan sayısız gümüş ipin kesilmesi gereği…bu gümüş ipler kalben bağlı olduğumuz diğer insan, canlı vs.’dir. tam bir duygusal nötrlük sağlandığı takdirde kalp mekezi aktif hale geçer.

3- son kilit beyindeki zihin merkezidir. buradaki düğüm olmuş mavi ipler kesilmelidir yani bütün yanılsama, ilüzyon içeren bilgilerden ve çarpık akıl yürütmelerden kurtulunmalıdır.

bütün bu kilitler açıldığı takdirde sakrum(kuyruk sokumu) kemiğinin enerjetik boyutundaki spritüel yılan omurga boyunca yükselir ve bıngıldak kemiğine ulaşır işte burada lucifer(ışığı getiren) ilgili şahsa tecelli eder ve onu aydınlatır. artık bu şahıs bir “dark side” bilgesidir. gerçek aydındır…yoksa öyle fazla mürekkep yalamak, okumak, entel dantel geçinmek ile “aydın” olunmaz.

tabii bu süreç bir master/usta’nın gözetiminde yapılmalıdır. aksi takdirde tehlikeli olabilir. bu aydınlanmayı yaşayan şahıs kolay kolay yaşlanmaz, hastalanmaz çok zeki hatta deha çapında biridir. aynı zamanda zengin ve elit sınıftandır. günümüzde dünyanın gizli yöneticileri bunlardır…

aydınlık yüzde ise yılan yükseltilmez. tam tersine bir operasyonla, nübüvvet ve velayet nurları bıngıldak kemiğinden girip omurga boyunca aşağıya iner ve yoldaki bütün kirleri yakar ve nihayetinde sakrum kemiğindeki yılanı mesh eder ve dönüştürür. işte burada kişi “şeytanım müslüman oldu” diyebilir. omurga boyunca sabit bir nur sütunu kalır ki buna “ilahi âsâ” denilir. hz. musa’nın âsâsının mikro kozmoz karşılığıdır.

bizimkiler ışığa gem vurur da binerler…
yerden göğe çıkmazlar, gökten yere inerler…

işte bu kimse veli veya nebidir/peygamberdir…

ASLANLI YOL

Guardian_Lions_decson

kadim yunan’ın aslı eski mısır medeniyetidir ve orada her bir eser, ezoterik/batıni bir sırra işaret eder. tabii bizim kemalist ne bilsin bunları, onun yapabildiği dış yüzden kuru bir taklit ve uydurmacılıktır. uydur uydur gitsin, nasılsa anlayan yok, ne versen gider…

piramitler insan omurgasının(33 omurdan oluşur) dış plandaki sembolüdür ve en üstteki göz ise alındaki “üçüncü göze” denk gelir. piramitin basamakları her bir omurganın karşılığıdır. insan şuuru en aşağıdan, kuyruk sokumu kemiğinden itibaren basamakları tırmanmaya başlar ve en tepede bıngıldak kemiğine kadar ulaşır. burada miracını tamamlamış ve arşa ulaşmıştır çünkü bu seyir aynı zamanda boyutsaldır. islamdaki tesbihat yani 33 sübhanallah, 33 elhamdülilah, 33 allahuekber zikirleri de, masonluktaki 33 derece de aynı sırra delalet ederler.

bu seyir oldukça çileli ve zorlu bir arayış yolculuğudur. yolcunun karşısına aslanlar, yılanlar, canavarlar çıkar. eğer sırrı ve parolayı bilmiyorsanız o aslanlar size asla geçit vermezler ve sizi parçalarlar. biliyorsanız son derece musahhar ve munis davranırlar.

mitololojiyi çözümlemeyi başarırsanız hiçbirinin anlamsız olmadığını, bilakis derin hakikatlere işaret ettiklerini anlarsınız. unutmadan belirteyim ki, bahsettiğim hakikat yolculuğunun iki türü vardır.

biri karanlık yoldur(dark side) ki buradan deccallar, firavunlar yetişir, diğeri aydınlık yoldur ki evliyalar yetişir.

not1: omurga 33 omurdan oluşur. enerjetik boyutu itibariyle arşa uzanan ana cadde(cadde-i kübra)’dır. bunun etrafında sarmal halde iki tane tali yol da vardır ki, biri negatif diğeri pozitif kutbu temsil eder. doğunun yin-yang dediği hadise.

bu iki kutbun hakkınını eda ederseniz allah ismine ulaşmış olursunuz. allah isminin sayısal değeri 66′dır.

iki zıttı dengeleyip(allah isminin zikri), üçüncü ve ana caddedeki yükselişi de yaparsanız(hu zikri) o zaman iş tamam olmuştur ve 99′a ulaşmışsınızdır, 99 yani esma-i hüsna adedi. müjde ise şudur: “kim ki, esma-i hüsnayı ihsa ederse(hakkını verirse) cennete girer.”

PEGASUS

pegasus’un ne olup olmadığını kadim yunan mitolojisinden hareketle tetkik edelim, oradan yavaş yavaş islam tasavvufuna sarkarak…önce m.ö. 450 civarında yapılmış şu kabartmayı inceleyelim:

bellerophon

gördüğümüz gibi burada bir süvari aslana ve yılana karşı savaşıyor. bu şahıs yunan mitolojisindeki bellerophon, bindiği at pegasus ve savaştığı yaratık ise chimera. kimi yerlerde chimera tek bir canavar olarak tarif edilmiş, kuyruğu yılan olan bir aslan şeklinde.

bilindiği üzere insan sinir sistemi nusret kaya gibi araştırmacılar tarafından kabaca üç tabakaya ayrılmış. en üstte korteks, altında orta beyin veya memeli beyni, onun altında ise sürüngen beyni. insan hariç diğer memelilerde korteks yok. sürüngenlerde ise orta beyin yok.

insan bedeni madde alemine aittir ve bu alem kuran’da, aşağıların en aşağısı (esfele safilin) şeklinde vasfedilmiştir. yani madde boyutunun alemin en kesif(yoğun) tabakası olduğuna işaret edilmiştir. yukarı boyutlara çıkıldıkça alemler içten içe açılır ve her biri diğerine göre daha nurani ve latif(ince, az yoğun) olarak devam eder ve nihayet arş dediğimiz limit çizgide alem son bulur. onun üstü ruh boyutudur ki, orada mekan kavramı geçersizdir.

işte madde alemi en yoğun olmakla aynı zamanda en karanlık(zulmani, nurun zıttı) ve dolayısıyla tüm olumsuzluklara adeta tabii bir ortam teşkil eder. insan da alemin küçük ölçekli bir kopyası olmakla tamamen aynı yapı özelliklerini gösterir. yani insanın bir madde yönü olduğu gibi içten içe açılan ve ruha kadar uzanan madde ötesi yönü ve tabakaları mevcuttur.

göklere yükselmenin aracı pegasus’tur, buraktır, kanatlı beyaz attır. yani sinir sisteminin memelilerde ortak bir payda teşkil eden kısmı seni hayvaniyete çeker. seni sadece yiyen, içen ve üreyen bir mahluk olmak noktasında kitleme azmindedir. içgüdü şeklinde tezahür eden bu temayüller çok güçlü olduğu için aslan şeklinde temsile bürünür. aslan çok vahşi ve güçlü bir düşmandır, ruhani kuvveleri öldürücüdür.

ancak insanoğlu peygamberlerin talim ettiği usulleri uygularsa bu aslan terbiye olur ve beyaz bir ata dönüşür(beyaz temizliğin sembolü). vahşi haliyle düşman olan özelliklerin terbiye olmakla bu sefer tam tersi ruha hizmet etmeye başlar ve seni üst boyutlara yükseltir(uçan at, burak)

bu arada hemen belirtelim ki, görüldüğü üzere peygamberlerin bize öğrettikleri ibadet adı verilen uygulamalar bir tapınma faaliyeti olmayıp ruh ve beden terbiyesinde kullanılan gelişmiş tekniklerdir; ilkel tapınma ritüelleri değildirler.

sürüngen beyninin de hükmü aynıdır. bu beyin en ilkel halinde ve titreşiminde “yılan” özellikleri gösterir. şuurun en dip noktasındadır ve terbiye edilmez ise insanoğlunu şeytanın bir bineği hükmüne sokar. bu yılan, islam’ın nurları altında mesh olur ve dönüşür. omurga boyunca yükselen nurdan bir sütun olur; artık o hz. musa’nın âsâsıdır.

velayet yolunda(evliyalarda) zuhurlar iç alemde olur. bir veli, velayeti sabit olunca, tahta oturur, taç giyer ve asaya sahip olur, ama bütün bunlar ya rüyada, ya keşifte, ya da vakıada(uyku ile uyanıklık arası rüyamsı hal, durugörü) gerçekleşir.

peygamberlerde iç oluş, dış oluşla birliktedir. yani veli sadece rüya veya keşifte bir beyaz ata biniyorsa, peygamber madde aleminde de gayet somut bir bineğe sahip olur.

aynı şekilde velilerin miracı/yükselişi yalnızca ruhani iken, peygamberler hem beden, hem de ruh ile yükselirler.

peygamberler kemalatları madde planaında olduğu için, ekseriyetle inkara uğrarlar; çünkü insanların cüzi aklı bunları kaldıramaz. o yüzden öncelikle velilerin hallerinden bahsetmek gerekir ki, insanların aklı mezkur hakikatlere yanaşabilsin.

şuur=binici

terbiye olmuş orta beyin, memeli beyni= pegasus, burak.

terbiye olmuş sürüngen beyni= musa’nın asası, ileri seviyelerde zümrüdü anka kuşu…

görüldüğü gibi velilerin haline bir nebze akıl erdirebiliyoruz. çünkü “orta beyin terbiye olunca beyaz bir at şeklinde rüyalarda veya keşifte temessül eder” dediğimizde, bunu kabul etmeyecek pek az kimse vardır. ama “peygamber beş duyu ile algılanabilen bir bineğe/buraka bindi” dediğimizde aynı kabulü görmek zordur.

işin hikmeti şudur ki, velilerde tahakkuk eden mana dış plana çıkacak kadar kuvvetli değildir. ama nebilerdeki mana, madde planına kadar çıkar. zaten dış alem, iç alemin bir projeksiyonundan ibarettir. bu da başka bir hakikat…

İNSAN-I KAMİL

ins_univers

insan-ı kamil’in ne olduğunu, kim olduğunu tam olarak anlayabilmek için öncelikle bazı kavramların iyi idrak edilmesi gerekir. inceleyelim:

cezbe: allah’ın bir kimseyi sevmesi ve onun ruhunu kendi huzuruna cezbetmesi/çekmesidir. ruh, allah’ın huzuruna ermekle marifete(allah’ı bilme) kavuşur. böyle bir kimsenin dilinden hikmet akar. cezbe sahibinin bariz vasıfları kalbindeki aşk ve dilindeki hikmettir.

süluk: bir kimsenin kendini islami ahlak ile donatarak nefsini latifleştirmesi ve terbiye etmesidir. temizlenmemiş bir nefs, şeytandan bile azgın bir varlıktır. tasavvuf büyükleri onun 72 şeytan gücünde olduğunu söylerler.

allah’ın habibi/sevgilisi son peygamberdir ki onu mirac ile kendi huzuruna cezbetmiştir, hem ruh hem de beden olarak. ancak beden ile yükselmek yalnızca ona mahsustur. evliyada yükseliş ruh ve nefs ile olur.

eğer bir kimse hal, hareket, yaşayış, düşünce vs. noktalarda kendini peygambere tam olarak benzetirse(süluk), o da allah’ın sevgisini celbeder ve neticesinde allah onu da kendi huzuruna yükseltir.(cezbe). bu yolun esası kuran ve sünnete tam olarak uymaktır.

ancak bu yol her ne kadar açık gözüküyorsa da gerçekte kapalıdır, bilhassa günümüzde…çünkü kuran ve sünnete uyma yoluyla bir kimsenin kendini peygambere benzetmesi çok uzun bir süreç ister ve pratikte sonsuz engeller karşısına çıkar. bu yolun çilesine insanların milyarda biri bile katlanamaz. kısa süre içinde kendince bir teselli bulup belli bir noktada çakılıp kalırlar ve zaman içinde da sapma durumu ortaya çıkabilir. zira “akmayan kokar”

bu yol yani süluk yolu teoride açık olsa da gerçekte aşılmaz, geçilmez bir yoldur. kuran’ı ve sünneti kendince değerlendirmeye çalışanlar, karınca adımlarıyla kabeye gitmeye çalışanlardır. daha bir kaç metre gitmişken bunları ya kuş kapar ya ayak altında ezilirler.

o zaman çare ne?

insanlar içinde muratlar(istenilenler), mahbublar(sevilenler) vardır ki, bu şahıslar fıtri olarak temizdirler ve allah tarafından sevilirler dolayısıyla ya hiç süluka girmeden veya çok az bir süluk yapmış oldukları halde cezbeye kapılırlar ve allah’ın huzuruna çıkarlar. oradan büyük bir marifet ve ilimle dönerler. işta bunlar insanlara yol gösterici olmak makamındadırlar.

bu zatlar her ne kadar süluk görmeden cezbeye kapılmış olsalar da mutlaka nefslerinin temizlenmesi gerekir. bu noktada süluk yolununun çilesi bunlara toptan, konsantre bir şekilde gelir. bu bela ve musibet demektir, çile demektir. inanılmaz çileler çekerler.

hasılı, bu zatların alamet-i farikası şunlardır: dilinde hikmet, kalbinde aşk, başında bela ve musibet…

işte o yüzden , “insan-ı kamil’in süzgecinden geçmemiş hiçbir ayet ve hadis kabul edilemez, çünkü onların bağlam ve kapsamını doğru olarak tespit edebilecek ancak odur” diyoruz. bize erdirici bir anlayışı ancak o verebilir. kendi anlayışımıza kalırsak helak oluruz.

İNANÇSIZLIĞIN NEDENİ

a-quotes-epicurus-religion-atheism

zannedildiğinin aksine insan akıl/zihin ile karar vermez. zira onun ne böyle bir kabiliyeti ne de yetkisi vardır. eskilerin deyimiyle akıl vezir, ruh ise şahtır. yani akıl, ruhun duyular ötesi sezdiklerini yine ruhun emri doğrultusunda fikir kalıbına döker. sebepler zinciri oluşturur ve kurgular.

ruhun duyular ötesi algılamasının, beş duyu verileri ile alakası olmadığı gibi akılla, düşünceyle dahi alakası yoktur. o saf bir ilhama, vahye mazhar olur. ancak bu algılama daha doğrusu okuma(hani şu meşhur ikra/oku emri var ya!) ruhun arınmışlığı ve terakkisi ölçüsündedir.

ruh ne derece dünya kirlerinden, maddeye düşkünlükten uzaklaşırsa ulvi aleme o denli yaklaşır, yükselir. neticede varlığın tamamında kodlu olan allah kelamını duyma raddesine kadar gelebilir. bu kelamı duyma, ilgili kişinin makamı ve çapına göre değişik kalitededir. peygamberler korunmuş olan vahiy şeklinde bir lütfa nail olurken, evliya daha düşük kalitede, muhtemelen parazitli bir ilhama ancak erişebilir.

sıradan ama salih insanlar ise daha çok saf rüyalar görürler ki, bu rüyalar için nübüvvetin 46 cüzünden bir cüzdür denilmiştir. bir çok mahkukat dahi kendi istidadı kadarıyla vahye mazhar olabilir. mesela bal arıları gibi…

rüyalar, ilhamlar, şiir, müzik, sanat vs.’nin dahi kökü hep aynı hakikate dayanır. bütün bu kategorilerin ve rüyaların kendine has bir lisanı vardır. mesela biz rüyalarda türkçe konuştuğumuzu zannederiz, bir ingiliz de ingilizce konuştuğunu zanneder. gerçekte bu doğru değildir ve hepimiz rüyalarda adem babamızın dili olan süryaniceyi konuşuruz. evet hepimiz ruhumuz itibariyle süryaniceyi çok iyi biliyoruz. evliyalar ise bu dili zahiren de bilirler. kimi zaman küçük çocuklardan da süryanice kelimeler sudur edebilir.

neyse sözü toparlayacak olursak; inançsızlığın nedeni, ruhun madde ve dünyaya aşırı gark olması sonucu tamamen gafil bir pozisyona düşmesi ve yukarılarla irtibatının kesilmesidir. aklın bu olayda dahli yoktur. o sadece ruhun emri üzerine mevcut hali meşrulaştırmak için bahaneler üretir. iman sahibi için de aynı mekanizma işler. o da inancı için, aklen bahaneler, gerekçeler üretir ama aslında imanı, ruhundaki bir aydınlanma, muhabbet ve temayülden ibarettir.

ruhunu maddeden ve dünyevi şehevattan kurtarabilirsen imana gelmen kuvvetle muhtemeldir. tam aksini yapar da kendini dünyevi zevklere bırakırsan git gide dinden imandan uzaklaşırsın. zaten aklı başında bir insan mümkün mertebe dünya zevklerinden uzak durur çünkü dünyanın bir zevkiyle beraber sayısız ıstırabı da yanında eşantiyon gelir.

kısacası, dünyanın hazlarına batmanın maliyeti yüksektir, kârı zararını geçer. dünyevi zevkler, hakikat ehli tarafından “zehirli bal” olarak tarif edilmiştir. önce yiyenin hoşuna gider ama zamanla onun ruhunu tüketir ve nihayet kıvrandıra kıvrandıra öldürür.

LİBİDO

Out of Africa Wildlife Park KAR1466-2011-10-22-_019_OOA

bilhassa günümüz dünyasında kıtlık, yokluk görmemiş kuş sütü eksik sofralardan beslenen nesilde “libido”  çok güçlüdür. insan ölmediği sürece libido denen bu yılanın zehrinden kurtulamaz.

“YILAN”  tanımını gelişigüzel kullandığımı zannetmeyin. tasavvufi keşif ehli bu dehşetengiz gücü, rüya veya yakazalarında(uyku ile uyanıklık arası düş) ejderha/yılan şeklinde ve üç boyutlu vizyon halinde görürler.

tasavvuf büyüklerince önerilen çalışmalar yapılmadığı müddetçe bu yılanı bırakın öldürmek, durdurmak bile mümkün değildir. ama onların geliştirdiği ilaçları kullanacak olursak kısa süre içinde “yılan” dönüşüm geçirmeye başlar. önce balık, sonra kuş olur. bunun manası, libidonun ham ve ilkel bir enerji olmaktan çıkıp ilim, tefekkür, aşk gibi noktalara yüceltilmesi/yükseltilmesinin başarıldığıdır.

işte o zaman asil, vakur, ahlaklı bir insan tipi ortaya çıkar. zorlama ve bastırma yoluyla asla ahlaklı olunamaz. cebir, bastırma kısa süre sonra aşırı birikime, neticede patlamaya ve çeşit çeşit sapkınlıklara yol açar.