TASAVVUF

tasavvuf1

normalde insan aklı, beş duyu vasıtasıyla elde ettiği verilerden yola çıkarak, kendi dünyasını oluşturur.

bu yöntemin en gelişmiş ve sistematik haline bugün “bilim-science” deniyor. üstelik bir takım gelişmiş araçlarla(mikroskop, teleskop, röntgen vs…) ile beş duyu sınırları bir ölçüde esnetilmiş durumda.

iyi de bu durumda şöyle bir mesele ile karşı karşıyayız: çeşitli teknolojilerle beş duyunun sınırları genişletilmiş olsa bile, şahit olduğumuz kainatın tam ve doğru bir yorumuna ulaşabiliyor muyuz? bu çerçevede yaptığımız değerlendirmeler, bize dünyada ve ölüm ötesinde gerekli veritabanını sağlayabiliyor mu?

alın işte size gözlem! bakın insanlığın haline! hiç size mutlu gibi geliyorlar mı? eşitsizlik, savaş, kan, gözyaşı, yoksulluk, açlık, sefalet, ölüm, işkence…

ölüm ötesine dair de elde gözlemlenmiş bir veri yok… ya insan gerçekten ölmüyorsa? sadece boyut değiştiriyorsa? dünya hayatımız kadar, oraya da önem verip, hazırlık yapmak zorunda değil miyiz? refahımız ve mutluluğumuz açısından.

şunu da kesin olarak biliyoruz. beş duyu ve ona bağlı araçlarımızla yalnızca evrenin kısmî bir algısına sahibiz. hiç haberimiz olmayan, algılayamadığımız karanlık bölgenin yanında, gördüklerimiz devede kulak kalıyor; hatta belki o bile değildir.

işte burada tasavvuf bize bir çözüm yolu sunuyor. “sende hiç kullanmadığın, atıl vaziyette bekleyen bir takım algılama kabiliyetleri var. onları aktive edersen, daha önce hiç şahit olmadığın, hayal bile edemediğin şeyler göreceksin ve yepyeni deneyimler yaşayacaksın, sonucunda da dünya görüşün toptan dönüşüm geçirecek” diyor.

evet kısaca tasavvuf budur, “basiret gözünü aç ve daha fazlasına şahit ol” demektir.

peki tasavvuf ehli her şeyi, tüm skalayı mı görüyor? elbetteki böyle bir şey söz konusu olamaz. ama bizlere göre çok çok fazla şey gördükleri, dolayısıyla bize göre dünyanın daha doğru bir yorumuna ulaşıp, bize göre çok daha mutlu oldukları kesin.

TEVHİDİN İDRAKI

Reality1

nefs, ego, benlik sevdası öyle kolay vazgeçilebilecek bir duygu değildir. onun son kurbanlarından biri de, ahmet davutoğlu oldu; ama onun için başka türlüsü de mümkün değildi zaten.

farzı muhal, ben davutoğlu’nun yerinde olsaydım kesinlikle başkaldırmaz ve bana çizilen sınırlar içinde kalmayı uygun görürdüm. niçin? cumhurbaşkanına şahsi bağlılığımdan dolayı mı? elbette hayır. bir insana boyun eğmek, ona şahsi olarak bağlı olmak, kula kulluk etmenin ta kendisidir.

iyi de, günlük hayatımızda hepimizin bir amiri, üstü, patronu var. hiyerarşik yapılanmadan kendimizi kurtarmamız da mümkün değil, o zaman hepimiz kula kulluk mu ediyoruz? evet, tevhidi idrak edememişsek aynen öyle yapıyoruz.

madem allah erdoğan’ı belli bir zaman dilimi için baş tayin etmiş, ben de kaderin bu hükmüne boyun eğerdim, yani bu düşünce ve niyetle allah’tan başkasına kulluk etmemiş olurdum.

görüldüğü üzere tevhid bilincinden mahrum olmak, insanı iki seçenekli bir sona itiyor; ya iblis gibi isyan etmek, ya da kula kulluk etmek. insan için asla bu iki şıktan başkası yoktur, olamaz.

tevhidin idrakı, insanı başı dik, şerefli, haysiyetli ve hür bir hale getiriyor.

tevhid manası ilk defa bilincimde açıldığı zaman, uzun süreli bir şok yaşamıştım. basiret gözüyle bütün varlığın, kainatın, allah’ın istilası altında olduğunu görünce gözlerimden yaşlar süzülmüştü, “allah’ım her yeri, her şeyi istila etmişsin, bize de bâri bir köşecik bıraksaydın” deyivermiştim.

allah’ın bu kudretini, istilasını nefsim hazmedememişti. o da kendince pay istiyordu allah’ın mülkünden. “hepsini sen niye alıyorsun, birazcık da bize bırak” tavrı içindeydi.

daha sonraları iş çok daha vahim noktalara vardı. kainatı geçtik, bizzat kendimin dahi onun mülkü olduğunu gördüm, kendime bile sahip değildim. nefsin karanlık gecesiydi bu.

ben de dahil herkes, her şey, tüm kainat onun mülküydü. başta zor geldi ama sonra yavaş yavaş bu gerçeği hazmetmek durumunda kaldım.

evet, her şey onundu ve bizim zerre gram hakkımız yoktu tüm bu hazinelerden. ama allah bizi “hiç”ten, “yok”dan var etmiş ve kendinin kemâline, hazinelerine şahitlik ettirmişti. “hiç” olmaktansa, “yok” olmaktansa, elbette tüm bu gösteriye tanıklık etmek tercih edilesi idi.

üstelik allah asâleten olmasa bile, vekâleten, niyâbeten, emâneten bizlere “güç” veriyordu, buna bir limit de koymamıştı. kişi, şuurunun gelişmişliği ölçüsünde nasiplenebiliyordu.

vezir-i azam rütbesine dahi çıkabiliyordu. evet, mülkün sahibi padişahtır ama mührünü bahşedip, vezirini tasarrufa yetkili kılabilir.

ey rabbim! ben senin tüm varlık üzeindeki kudretini ve istilanı kabul ettim, razı oldum. ben kendime bile malik değilim. ancak senin can vermenle hayatttayım, seninle hareket edebiliyorum, seninle faaliyette bulunuyorum.

senden vezir-i azamlık rütbesini umarım. hüküm ancak senindir, onu da bilirim. sen ne dersen o.