DEVLET

devlet1

işi bilen kimseler ne zaman devletin küçültülmesini, özelleştirmeleri savunsa, hemen sol eskileri veya kemalist dinazorlar çıkıp “efendim özelleştirmeyelim, ıslah edelim” goygoyuna başlarlar. ülkenin uzun süre geri kalmışlık kısır döngüsüne hapsolmasında bu tayfanın sonsuz emekleri vardır. o yüzden bunlar hakkında sarf edilecek her türlü söz kifayetsiz kalacaktır.

devlet dediğimiz kurum, insanoğlunun günahlarından vücut bulmuştur; bireydeki egonun toplumdaki karşılığıdır; dolayısıyla, devlet yapısı icabı negatif bir organizmadır. ancak yine de tıpkı ego gibi varlığı gerekli ve zorunludur; zira insanın vahşi tabiatını dengeleyecek mukabil zorba bir güç yoksa, sonu gelmez bir zulüm ve kargaşaya kapı açılacaktır. eğer insan tabiatın vahşi ve kan dökücü bir yaratığı olmasaydı, devlet gibi bir kuruma da ihtiyacımız olmayacaktı.

devlet, negatif ve karanlık bir yapı olduğu içindir ki, olabildiğince küçük ve fonksiyonel olmalı ve öylece de kalıp sınırlarından asla taşmamalıdır. devleti ne kadar büyütürseniz, onun negatifliğini, karanlığını o kadar çevreye yaymış olursunuz.

ve sizi temin ederim ki, devletin bu karanlığını yok etmenin ve onu pozitif bir güç haline getirmenin herhangi bir yolu yoktur. o hep dark side’a ait karanlık bir güç olarak var olmaya devam edecektir. evet, devlet dark side dünyasından transfer edilmiş bir güçtür; belki de bir canavardır. bu canavarın korkusudur ki, beşer canavarlarını hizada tutar.

solun veya kemalistlerin devleti büyütme eğilimi, kendilerinin de dark side karanlığını taşımaları sebebiyledir. ortak karanlıklarını içgüdüsel olarak her yana yaymak isterler. bunlara fırsat verilmemelidir; çünkü o karanlığın yayıldığı yerler yanıp kavrulur ve ot bile bitmez olur.

yine aynı sebeptendir ki, güç hırsıyla yanan ve insanlara hükmetme arzusu içinde makama mevkiye, iktidara talip olan kişiler dark side yolcusudurlar. istemediği halde kaderin bir cilvesi olarak kendini o noktada bulanları ise bu hükümden hariç tutmak belki mümkün olabilir. bu anlamda hz. peygamberin, abdurrahmân bin semüre’ye şöyle bir tavsiyesi vardır:

“ey abdurrahman! emirliğe talip olma! eğer senin talebin üzerine sana emirlik verilirse, istediğin şeyin sorumluluğu sana yüklenir. eğer sen talep etmedem sana emirlik verilirse, o zaman yardım görürsün.” (Buhârî, Eymân, 1; Müslim, İmâret, 19)

UYANIŞ

ren2

21. yüzyıl itibariyle türkiye için bir rönesans; büyük bir kültürel uyanış söz konusu olabilir mi?

objektif tespitler yapabilmek için konuyu eski yunan’dan itbaren ele almalıyız. eski yunan’da felsefe, sanat askerlik ve sair alanlarda niçin büyük ilerlemeler kaydedildi diye soralım önce.

cevap kısaca “ticaretle zenginleşen kent devletleri” olacaktır. atina, neredeyse akdeniz kıyılarının tamamında ticaret kolonileri bulunan denizci bir kent devleti idi. bu ticaret sayesinde zenginleşmiş ve de başta mısır olmak üzere çok farklı kültürlerle de etkileşim içine girmişti. burjuva tipi bir toplum yapısı, zenginlik ve görgü; işte bunlar büyük yunan aydınlanmasının saikleri idiler.

neredeyse tamamen tarım toplumları ve onların feodal ilşkileri ile örülmüş yeryüzünde adeta çöl ortasında vaha gibiydi atina. zira bir tarım toplumu yapısı gereği dogmatik ve tek sesli olmak zorundadır. çok sesliliğe, düşünsel farklılıklara asla müsaade edilmez tarım toplumlarında; çünkü farklı bir görüş, feodal beyler arasında güçlükle sağlanmış dengeleri bozar ve şiddetli iç savaşlara yola açar. tarım toplumlarında yerel beyler hem birbirleri ile hem de merkezi iktidar ile sürekli çekişme içinde olurlar. güç ibresi bazen yerel beylere, bazen de merkezi iktidara doğru meyleder ve zamana endeksli olarak bir sarkaç hareketi yapar.

tarım toplumlarının analizinde daha fazla derinleşmeden konumuzla alakalı şu kısma vurgu yapıp geçelim: her tarım toplumunda tek bir dünya görüşünün; daha doğrusu dogmanın hegemonyası söz konusudur. alternatifler küfürle, sapkınlıkla itham edilip en vahşi şekilde bastırılır ve elimine edilir. islam dünyası da dahil olmak üzere tüm dünyada feodal düzen aynen bu şekilde işletilmiştir. osmanlı, selçuklu ve diğer tüm türk ve islam devletleri dahi bu işleyişin dışında değildiler.

ticaret geliriyle zenginleşmiş ve bir tür proto burjuva toplumunu kurmayı başarmış olan atina’da ise olaylar çok farklı gelişmiştir ister istemez. ticari ilişkiler esnasında çok farklı kültürlerden, bilhassa mısır’dan edinilen bilgiler atina’ya akmış ve nispeten özgür bir ortamda bu fikirler ve tecrübeler tartışılmış ve çok farklı sentezlere ulaşılmıştır. nihayetinde herkesin malumu olan büyük yunan mucizesi zuhur etmiştir.

dikkat edersek rönesansın başladığı lokasyonlar olan italyan kent devletleri, pek çok bakımdan eski yunan kent devletlerini andırmaktadır. italyan kent devletleri de aynen yunan benzerleri gibi akdeniz ticareti ile zenginleşmiş ve bir tür burjuva toplumlarına evrilmişlerdi. bunlar yine o devrin feodal dünyasında çöl ortasında vahalar gibiydiler. bu kent devletleri ipek ve baharat yollarının sona erdiği mevkilerle avrupa arasındaki ticari akışı sağlıyorlar ve muazzam kârlar elde ediyorlardı.

şimdi olayın özüne gelirsek; kültürel bir uyanış ve sıçrama yaşamak için iki unsurun bir araya gelmesi gerekiyor: bir, münbit bir arazi; iki, o araziye ekilecek kaliteli tohum. görece özgür bir tartışma ortamı sunan burjuva toplumları burada münbit araziyi temin ediyorlar. insanlığın fikir mirasını temsil eden kimseler ve fikirleri ise ıslah edilmiş tohumu sağlıyorlar. bunların birinden biri eksik olursa sonuç elde edilemeyecektir. kaliteli tohum yoksa verimli arazi işe yaramadığı gibi; çorak bir araziye(feodal toplumlara) tohum saçmanın da bir neticesi olmayacaktır.

öyleyse soralım: günümüz türkiye’sinde sözü edilen iki şart sağlanmış mıdır? yani gelişmiş bir sanayi ve ticaret altyapısı kurulmuş olup, sanayi toplumu ilişkileri ortaya çıkmış mıdır? ve insanlığın fikir mirası türkiye’ye akar durumda olup yeni sentezlere ulaştıracak tartışmalar yapılmakta mıdır?

cevap ne kadar “evet”e yakınsıyorsa, biz de o kadar uyanışa yakınız demektir.