DUA

dua1

dua, evrensel düzene düşünce, niyet, söz ve fiil olarak yaptığımız etkilerdir. bu etkilerin geri dönüşünün olması da kaçınılmazdır. duanın kabul edilmemesi diye bir şey kesinlikle söz konusu değildir.

hâl böyleyse ister istemez soracaksınız,, “bir çok duamızın geri dönüşü olmuyor. istiyoruz ama verilmiyor; istediğimiz gerçekleşmiyor.”

yanılıyorsun dostum. istediğin her şey sana mutlaka veriliyor.

düşünceler bir duadır. bak düşüncelerine! kaçta kaçı olumlu; kaçta kaçı olumsuz? olumsuz düşüncelerin kendin için ettiğin beddualardır. o bedduaların elbette sana geri dönüşü olacaktır.

niyetler ise kesinleşmiş düşünceler olduğu için düzene yaptığı etki düşüncelere göre çok daha yüksektir. dolayısıyla olumlu veya olumsuz geri dönüşleri daha büyük olur.

söz planına çıkan düşünce ve niyetler ise artık okun yaydan çıkması gibidir ve çok daha etkilidirler. hani o hiç çekinmeden ağzına aldığın kaba saba sözler var ya! aslında kendin hakkında ettiğin çok şiddetli beddualardır. birilerine sövüp saydıkça başına aldığın belayı bilseydin tüylerin ürperirdi. dedikodu ettikçe evrensel düzenin senin üzerine yansıttığı laneti ve gönderdiği belaları, musibetleri görseydin dehşete düşerdin.

duanın en güçlü versiyonu olan fiillerin sonuçlarını, izaha gerek olmaksızın, sen bile tahmin edebilirsin. bir gülümsemenin, bir güzel sözün, ilme ve akla uygun davranışların, nezaketin, pozitif hal ve hareketlerin ne kadar hızlı sonuç verdiğini gayet iyi biliyorsun. tabii bir de bunların ayrıca uzun dönemli etkileri ve geri dönüşleri de var.

şimdi sen olumsuz düşünce, niyet, söz ve fiillerinle sürekli kendine beddua edip, dururken; adeta “allah’ım bana bela gönder, başıma musibetleri yağdır, başıma gelmedik kalmasın” diye yalvarırken, ne bekliyorsun ki? kendine o kadar beddua ettikten sonra arada elini kaldırıp olumlu bir şeyler istesen ne olur ki?

evet, tüm hayatımız bir duadan ibarettir. evrensel düzen dualarımızın hepsini dikkate alır; ona kendi değerlendirmesini katıp bize hayat çizgimiz olarak geri gönderir.

ZAN

zan1

 

“ben kulumun zannı üzereyim” buyruluyor bir kudsi hadiste. bu hadiste “zan” kelimesi marifet için anahtar hükmündedir. eğer tükçeye çevrilirken bu kelime kaybolursa, marifet kapısı da kapanacaktır.

ego yani benlik vehim mertebesinde var olmuştur ve marifet tahsili için bir basamaktır. kendinin vehim mertebesinde var olduğunu idrak eden ve bu yaşantıya sahip olan kimse mümindir ve nefs-i mutmainne makamındadır. kendini bağımsız bir varlık ve güç sahibi olarak gören bilinç ise nefs-i emmare seviyesindedir ve küfür üzeredir.( lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah- allah’tan başka davranış ve güç sahibi yoktur)

kişi allah’ı bulunduğu şuur seviyesi üzerinden değerlendirir. bu değerlendirme, kulun allah hakkındaki zannıdır. şuur seviyelerinin veya başka bir tabirle allah’a giden makamların sonu olmadığı için, bu değerlendirmelerin veya zanların da sonu yoktur. her makamdaki değerlendirme bir alt kademeye göre daha gelişkindir; ama bir üste göre düşük seviyelidir. marifet basamakları sonsuza yükselen bir merdiven gibidir. allah’ı mutlak olarak değerlendirmek insan için mümkün değildir.

“yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım” der allah diğer bir kudsi hadiste. bu hadis dahi paralel bir manaya sahiptir. kalbe sığan hakkın kendisi değil suretidir; yani bizim O’nun hakkındaki zannımızdır. buradaki nükte, insana daha doğrusu insan-ı kâmil’e yönelmenin zorunlu olmasını gerektirir. zira allah’ı bilmek isteyen kişi, kendinden daha yüksek ve gerçekçi bir allah tasavvuruna (zannına) ve müşahedesine sahip olan bir kişiye yönelmez ve “ben allah ile arama aracı sokmam” derse, kendi sığ zannı ile başbaşa kalır ve kendisi için gelişme yolu tıkanır.

her ne kadar, her makamda/basamakta allah hakkındaki tasavvurumuz artarak muazzam derecelere çıkma imkanına sahipse de ve elde edilen marifet çok yüksek mertebelerde gerçekleşse de, hakkın sonsuzluğuna nispetle bunlar hiç hükmündedir. nitekim matematikte, sayı/sonsuz= sıfır’dır. oradaki sayı bir de olsa trilyon da olsa, sonuç yine sıfırdır. neticede, allah hakkındaki marifetimiz ne kadar gelişkin olursa olsun, nihayetinde her bir makamda farklı bir zandan ibarettir ve neticede de hâlimiz cehl (bilgisizlik) olmaktadır. bu sebeple hz. ebubekir, “allah’ı bilmek, onu bilemeyeceğini bilmektir” demiştir.

ancak cahilin allah’ı bilmemesi ile arifin bilmemesi aynı şey değildir. arada yer ile gök kadar fark vardır.

su kesiksiz hareket, zikir , ahenk , şırıltı
akmayan kokar diye esrarlı bir mırıltı..
(nfk)

EGO 2

ego balon1

her ne kadar kısmi bakış açısına göre dalgalar denizden ayrı gibi algılansalar da, bütünsel bakış açısına göre ve gerçekte dalga diye ayrı bir oluş söz konusu değildir; hepsi denizdir.

denizin şuurlu olduğunu farz edin. dalgalarda da yerel bir şuur, ilim, irade, kudret açığa çıkmış gibi bir görüntü doğacaktır. yine kısmi bakış açısına göre her bir dalga parçası sanki ayrı ve farklı bir varlığa/benliğe, ilme, iradeye, kudrete sahipmiş gibi görünecektir. halbuki külliyen çarpık bir bakış açısıdır bu. peygamberler bizleri şu şekilde uyarmışlardır:

“lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah”
“allah’tan başka davranış ve güç sahibi yoktur”

tüm olaylar ve tüm kişiler, o’nun bizlere bir görünümüdür; başkası değildir. zaten başkası da yoktur. yalnızca o var; o’nun fiili ve özellikleri(sıfatları) var.

işte böyle bir görüşe sahip olan kişi nefs-i mutmainne makamındadır ve tevhid ehli bir mümin olmuştur. onda asla kötü ahlak bulunmaz. nasıl bulunsun ki? tüm kötü ahlakın kaynağı, kısmi bakış açısından türeyen egodur. başkasını ayrıca bir varlık olarak görüp, onda bağımsız bir varlık, güç, kudret, ilim vehmedersek, o zaman nefsi emmare mertebesine düşer ve inanılmaz şerli bir insana dönüşürüz. karıncayı incitmez biri bile olsak, yine de dünyanın en kötü varlığı bizizdir artık.

zira, başkasında bağımsız bir varlık ve güç vehmettiğimiz anda, bizde ego denen canavar peydah olur. o yönde faaliyet gösterdikçe de muhkemleşir ve kıyasa başlar. kendi varlığını üstün görür, “kibir” sahibi bir iblis olur. başkasındaki nimeti (ilim, para, zeka…) kıskanır, en zararlı hastalık olan “hasede” düşer. ondaki güçten korkar; kin, nefret, öfke, saldırganlık hisleri açığa çıkartır…ila ahir…

işte bu yüzden, nefsi emmare mertebesinde olduğumuz müddetçe nefsimize zulmetmekte ve sözü edilen azaplarla cayır cayır yanmaktayız. ateşi ahirete erteleme yanılgısına düşmeyelim; çünkü o noktada her an yanma halindeyizdir artık. ahirette ise ayrıca bir oluş söz konusu değildir; dünyadaki halimiz neyse orada görünür hale gelecektir; hepsi o kadar.

nefsi emmarenin en büyük şerlerinden ve fesatlarından biri de içtimai plandaki bölücülüğüdür. egosunu belli bir çevreye, gruba, cemaate, zümreye, millete iliştirmek için sonsuz bir iştiyak duyar; çünkü kendi cüzi varlığı ile korku içindedir; zayıftır; güçsüzdür. büyük bir grupta kendi kimliğini eriterek onlarla dayanışmaya girmek, imkanlara ve güce kavuşmak ister. bunu yapınca da o grubun dışındakileri ötekileştirir. artık durum ve şartlara göre ötekine her şeyi yapmak caiz olur onun indinde. ötekini aşağı görür, ezer, sömürür, öldürür… bunların en masumları, kendi grubunu üstün ve ayrıcalıklı tutan ve diğerlerini de şu veya bu derece sapmış addedenlerdir. en fenaları ise kesmeyi, biçmeyi, doğramayı kendine hak görenlerdir.

paradoksal bir durumdur ama kendine “müslüman” adı veren insanların da hâli diğerlerinden farklı değildir. ümmet adı verilen büyük bir yapı tanımlayıp diğerlerini dışta bırakırlar. akabinde hızını alamayıp ümmet içinde de bin türlü cemaatler kurarlar ve egolarını öncelikle cemaatlerine iliştirirler. bunu adı da islam olur… ondan sonra gelsin ayetler, gitsin hadisler…

halbuki en başta da değinildiği gibi mümin olmak ancak egodan vazgeçmek ve bütünü görmekle olur. bu şekilde tevhidi gerçekleştiremeyen kimsenin kuran okuması da, hadis okuması da yalnızca mekri ilahidir ve kendisi için vebaldir; zira onları egosu doğrultusunda kurguladığı bir dünya için yapı taşı derecesine indirgemiştir. bu düpedüz allah’ın ayetlerini menfaat için kullanmak veya çok ucuza satmak demektir. mesela hayatı milli görüş çizgisinde bu türden işlerle geçen erdoğan dahi artık bu rezilliği farketmiş olacak ki, parti toplantısında kuran okuyan gençleri susturmuş ve “burası cami değil, türbe değil” şeklinde tepki göstermiştir.

işte islamcı camianın genel seviyesi budur.

sonuç: dindar insanın, dindar olmayandan farkı yoktur diyemeyiz elbet; ancak birbirlerinden çok da farklı olduklarını düşünmüyorum. müslümanda egonun büründüğü elbisenin(dünya görüşünün) rengi yeşildir; yani o elbisenin kumaşı, kuran ve hadisten dokunmuştur. kurt, kuzu postuna bürünmekle kurtluğundan kurtulmuş olmuyor maalesef.