ANTAGONİST

antagonist3

antagonist yani karşıt güç, düşük şuur seviyesinin bir ürünü veya bedelidir. bize olan taarruzu, kusurumuzun, eksikliğimizin bir ihtarı, bir ikazı ve yüzümüze vurulmasından ibarettir.

mesela, şuurun mertebelerini 1 ile 100 arasında farz edelim. şuur basamaklarında yirminci basamağa kadar çıkabildiysek, antagonistimiz veya nefsimiz veya karanlık yönümüz, seksen derecelik kısma el koyacak ve kudreti de ona göre olacaktır. aynı zamanda yirminci basamağa kadar çıkmış olmamız, bizim ondokuz tane karanlık kişiliğimizi aştığımız anlamına gelir.

çoğu zaman antagonist savaşılacak, mücadele edilecek karşıt güç olarak görülür; ancak son derece yanlış ve sakıncalı bir görüştür bu. zira antagonistle savaştıkça ona kendi enerjimizden transfer etmiş, güç vermiş ve onu ayakta tutmuş oluruz. çözüm savaşmak değil, olabildiğince kısa sürede şuur sıçraması yaparak antagonisti aşmaktır. ancak çoğu zaman şuurun kıvama gelmesi belli bir süre gerektirdiğinden, o zamana dek çatışmadan kaçınmak da pek mümkün olmayabilir. işte bu noktada çok dikkatli olmak ve haddi aşmamak lüzumu vardır. eğer haddi aşarsak, şuur sıçraması yalan olur ve bulunğumuz makamda çakılır kalırız. “sizinle savaşanlara karşı allah yolunda siz de savaşın. ancak aşırı gitmeyin. çünkü allah aşırı gidenleri sevmez” (bakara 190)

aslında bu yazının amacı kendi karanlık yönümüze(nefsimize) ışık tutmak idi; ancak kolay anlaşılması için dış dünyadan ve güncel bir meseleden bahsedeceğim: mesela kemalizmi düşünün! kemalizm, toplumsal şuurumuzun tarihi seyrinde zorunlu olarak düştüğü bir antitezdir. onunla çatışıp galip gelmeye çalışmak beyhudedir; çünkü kemalizm bir antagonist olarak varlık sahasına çıkmakla, aslında bize eksikliğimizi, kusurumuzu ihtar eder. burada esas olan eksik noktaları tespit edip, şuur sıçraması yoluyla bunları gidermektir. işte o zaman kemalizm, tuzun suda eridiği gibi eriyip yok olacaktır. yoksa kemalistleri hapse tıkmak, öldürmek, onlara şiddetli düşmanlık yapmak veya başka türlü yöntemlerle silmeye çalışmak faydasızdır ve haddi aşmaktır. unutmayalım; haddi aşanlar iflah olmazlar.

aynı prensibi iç alemimizdeki kişisel seyrimizde de uygulayabiliriz. kendimizle kavgalı olmak, negatif yönlerimizle boğuşmak iyi bir fikir değildir; zira tersinden veya düzünden ilgimizi yönelttikçe onları yaşatmış oluruz. onların farkında olmak ama üzerinde durmamak, arı kovanına çomak sokmamak en iyi yoldur. bu şekilde devam ettikçe, o negatiflikler zaman içinde kurumuş yaprak gibi kendiliğinden dökülüp bizi terk edeceklerdir.

AYN-AYNA-AY

eye universe1

ayna, varoluşa çok güzel bir misaldir.

kainat kabaca iki katmandan oluşur; alem-i mülk ve alem-i emr olmak üzere.

alem-i mülk, madde ve enerji boyutlarıdır; alem-i emr ise onun üstündeki ruh boyutudur ve her türlü niteliğin, ölçünün zaman ve mekan kaydının dışındadır. iki alem arasındaki temas yüzeyi ise arştır veya başka bir deyimle arş, ruhun maddeye dönüşüm çizgisidir. bu çizgiden itibaren ruh maddeleşmeye başlar; tıpkı püsküren lavın zamanla üzerinin kabuk tutmaya ve cüruflaşmaya başlaması gibi.

bir aynayı profilden incelersek, üç tabaka görürüz: camdan bir bölge ve onun diğer tarafına sürülmüş yansıtıcı parlak bir yüzey ve onun ardında da oldukça kaba toprak bir sır veya bir kaplama.

işte kainat dahi tıpkı bir ayna gibi yapılanmıştır. alem-i emr veya ruh camdan bölgedir. alem-i mülk yani madde alemi, toprak sırdır. ikisi arasındaki parlak ve yansıtıcı yüzey ise arştır.

bu minvalde kainat, adeta devasa bir ayna gibi yüzünü hakka doğru çevirmiştir(yüzünü her daim güneşe çeviren ayçiçeği de ayrı ve güzel bir misal teşkil eder). arş bu noktada muazzam bir tecelliye uğrar. güneşe tutulmuş aynada güneşin bir suretinin oluşması gibi, arşta da azıym bir ilahi belirim gerçekleşir. eskiler, bu tecelliyi değerlendirmekte yetersiz kaldıkları için son derece garip yorumlarda bulunmuşlardır. allah’ın arşta oturduğu gibi garip görüşlere kapılmışlardır. islam tarihinde bu konuda bir çok lüzımsuz tartışma yapılmıştır. zihniyet itibariyle bin yıl öncede kalmış bazı çevreler hâlâ böyle tartışmalar yaparlar.

insan dahi kainatın mikro ölçekte tıpatıp bir örneği olması hasebiyle benzer bir yapılanmaya sahiptir. onun da katmanlar halinde madde, ruh ve arş bölgeleri vardır. insandaki kalp, iki alem arasındaki ara bölgeyi temsil eder. bu nedenle kalp eğer tasfiye olur ve yeterli temizliğe ulaşırsa, güneşe/hakka tutulmuş bir ayna hükmüne girer ve ilahi tecelliye uğrar. bu noktada kişi, “kalbim hakkı gördü” diyebilir ve gördüğü gerçekten haktır.

insanın uğradığı tecelli ile arşın tecellisi, azamet ve büyüklük açısından asla kıyas kabul etmez. bu yüzden kuran’da arş için “arş-ı azıym” tabiri kulanılır. ancak başka bir nokta vardır ki, arş bu noktada insan karşısında çaresizdir. insan, ben bilincine sahip bir varlıktır ve tecellinin idrakındadır; arş için ise böyle bir şey söylenemez. bu açıdan insan kalbi, arştan daha üstündür denebilir.