KADIN

women1

suret kaydında kalmak insanın en büyük esaretidir. eğer insan sadece görünen bir cesetten ibaret olsaydı, bu tavrın yanlış bir tarafı olmayacaktı. örnek: hayvanlar…

bakın hayvanlara! ne kadar tasasız yaşıyorlar. yiyip, içip, üreyip zamanı geldiğinde de ölüyorlar. ama insan öyle değil ki!

insanın hakikati ruhtur ve bu beden, ruh için yalnızca bir avatardır. (bkz: ruh/#57425159) dolayısıyla, bizim kadında çok daha başka bir şeyler aramamız icap ediyor. ruha dair bu arayışı başarıyla sonuçlandıramazsak, bizim için hayvan mertebesine kadar düşme tehlikesi söz konusu olacaktır; hatta daha da aşağıya.

“yoksa sen, onların büyük çoğunluğunun gerçekten senin davetini dinleyeceğini, yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? onlar ancak hayvan gibidirler. hatta yolca daha da şaşkındırlar.”(furkan 44)

peki kadın nedir?

kadın bence hakikat okulunun diplomasıdır. tabii önce hemen belirteyim ki, hakikat okulu deyince aklınıza değişik imgeler gelmesin. şu yaşadığımız hayat var ya! içinde yaşadığımız şu dünya; işte o, görmesini bilen için bir okuldur. gayeler gayesine, hakka, ancak bu okulda öğreneceklerimiz ile varabiliriz. zaten dünya okuluna gönderiliş sebebimiz de budur. allah’ı bilmek ve bulmak için gereken yeterliliği ancak dünya okulunda alacağımız eğitimle kazanabiliriz.

şu hayat içinde başımıza gelen her şey bu eğitimin bir parçasıdır ve hiçbiri tesadüfi değildir. başımıza her ne gelirse bilin ki, bizim o hadiselerden almamız gereken dersler, çıkarmamız gereken sonuçlar vardır.

gereken kıvamı tutturanlar, tüm dersleri başarıyla verirler ve sonucunda en büyük maksada yol bulurlar; hakka kavuşurlar, vuslata ererler.

her hakikatin bir de sureti vardır. hakka vasıl olmanın zahir boyutundaki karşılığı sevgiliye ulaşmaktır. hakikate ulaşan için artık sevgili, hakkın ona bakan yüzüdür, hakkın ona tecellisidir, ona görünmesidir.

işte bu yüzden hz. peygamber, “dünyanızdan bana üç şey sevdirildi; namaz, kadın ve güzel koku” buyurmuştur.

çünkü daha önce limonu tatmış olan kimsenin “limon” kelimesini duyar duymaz ağzının sulanması gibi, o üç suret ve sembol de, onu doğrudan hakkın vuslatına atıyordu. Bu noktada kolayca anlaşılacağı üzere, namazın bir sureti, bir de hakikati vardır; keza kadının ve güzel kokunun da. neticede suretler, zahirde kalanların, taklit ehlinin nasibi olmaktadır.

bu minvalde, mecaz hakikatin köprüsüdür denilmiştir. ancak şartlar tamam olmadığında, bırakın köprülüğü, mecaz/suret hakikat önünde en büyük bariyer de olabilir.

sonuçta, meyvenin kabuğunu hayvanlar, içini de insanlar yer.

YILAN

havva2

öğrencilik yıllarımın bir döneminde ankara samanpazarında bir yurtta kalmıştım. yakınlarda selçuklu döneminden kalma bir cami vardı.

bu cami o devrin sufilerinin merkeziymiş. bunlar aynı zamanda esnaflık yapan, lonca şeklinde örgütlenen bir grupmuş. bu caminin içerisi biraz değişikti. ahşap tavandan küre şeklinde bir cisim sarkıyordu. işlemeler farklıydı. en önemlisi ise mihrabın üst kısmında taştan oyma ve işleme bir yılanın olmasıydı. evet mihrapta bir yılan işlemesi vardı. gerçi bu yılanın kafası yoktu ama yine de garip bir durumdu.

o yılanın manasını yıllar sonra bir parçacık anlayabildim. “hayye” yılan demektir, çoğulu ise hayyât(yılanlar). gılgamış destanında da ölümsüzlük otunu yiyen bir yılandır. yani bu evrensel bilinçaltı sembolünü ilme dökersek, yılanın insandaki hayatiyet enerjisinin karşılığı olduğunu görürürüz.

hayatiyet enerjisi bizim spritüel boyutumuzdaki bir güçtür. ancak “hayyât>>hayat” kök ilgisinden hayatın çift kutuplu olduğunu da anlayabiliyoruz. çift kutuplu, yani erkek ve dişi; negatif ve pozitif…

aynı zamanda yılan, meşhur cennetteki adem ve havva kıssasının kahramanıdır. iblis cennete yılanın ağzında saklanarak girmiş ve onları hayat ağacının veya bilgi ağacının meyvesinden yemeğe ikna etmiştir. rivayet edilir ki, cennet yılanı deve gibi dört ayaklıymış ancak iblise yardakçılık yapma suçundan hüküm giyince, yeryüzüne sürülmüş ve toprakta sürünme cezasına çarptırılmıştır.

bu kıssadan bile epeyce ilim süzmek mümkün.

demek ki, çift kutuplu, çift yönlü olan yılan(hayatiyet enerjisi) negatif yönde çalıştırıldığında şeytani bir vasıf alıyor. pozitif yönde ise tam tersi bir sonuç doğuyor.

peki hayatiyet enerjisini negatif yönde çalıştırmak nasıl olur?

elbetteki sorumuzun cevabı cinsellikte saklıdır. cinsellik, hayatiyet enerjisinin toprak seviyesine, aşağıya doğru akması, yoğunlaşması demektir. sembolü, toprakta sürünen yılandır.

aşk ise hayatiyet enerjisinin titreşiminin yükselmesi, kanatlanması, yukarılara, cennetlere doğru uçmasıdır. onun sembolü de, uçan beyaz kuşlardır.

bu sembollerin hepsi rüyada veya keşifte(keşif, evliyanın uyanıkken gördüğü rüyadır) apaçık şekilde görülebilirler.

velhasılı kelam, semavi ülkelere uçmak istersek tek imkanımız vardır; o da libidoyu ters istikamete zorlayıp, aşk ateşine dönüştürmektir. aksi takdirde onu kendi hâline bırakırsak bizi süfliyata çekecek, elimizi kolumuzu bağlayacak ve şeytana esir edecektir.

şeytanın cinsellikle çok yakın bağlantısının olması bu yüzdendir. hayatiyet enerjisinin her türlü yanlış kullanımı, istismarı, şeytanın kâr hanesine yazılır.

bu sebeple tüm cinsel sapmalar, zina, eşcinsellik, tecavüz ve bilumum sapkınlıklar şeytanın sponsorluğunda icra edilir.

aşk ise şeytanın en nefret ettiği şeydir.

İMAN NEDİR?

stairway4

iman nedir?

evet evet, imanın konusundan, mevzuundan, şartlarından, alakalarından bahsetmiyorum. saf ve soyut bir kavram olarak, “iman nedir?”

mesela şu an karşımda duran monitör için, “ben karşımda bir monitörün olduğuna iman ettim” diyebilir miyim?

elbette diyemem;

çok açıktır ki, beş duyu ile algıladığım veya akıl gözü ile görebildiğim(2×2=4 eder gibi…) mevzular, iman kapsamında değerlendirilemezler.

o hâlde; imanın, beş duyumuzun veya aklımızın kapsama alanı dışındaki bölgeyle ilintili olduğu sonucuna varabiliriz.

iyi de bu durumda sonsuz bir spekülasyona kapı açılmaz mı?

ne duyularımızla, ne de aklımızla ölçüm yapamadığımız; doğrulama, sağlama imkanı olmayan bir alan ve onun unsurları hakkında nasıl kabul veya red tavrına girebiliriz ki?

birilerinin bir takım metafizik iddialarını kabullenmek, absürd bir tavır olmaz mı? çünkü hepsi uydurma olabilir ve biz hayatımızı külliyen saçmalık olan şeyler uğrunda hebâ edebiliriz.

aynı şekilde o iddiaları inkar etmek de anlamsızdır; ya söylenenler doğruysa? ya da en azından doğruluk payı içeriyorlarsa?

dikkat ederseniz, tefekkürümüzün bu aşamasında son derece tuhaf ve can sıkıcı bir pozisyona düşmüş bulunuyoruz.

hemen üstadlardan yardım alalım; yoksa burada tıkanıp kalacağız ve işin aslını öğrenemeyeceğiz.

“hakkın şu sözünü duymadın mı: “inne fi zalike le zikra limen kane lehu kalb– şüphesiz bunda kalbi olan kimseler için öğüt vardır.” (kaf 37) buyurulmuştur, “aklı olan” denilmemiştir. çünkü kalbin aksine akıl sınırlıdır, kayıt(sınırlama) altına alır. bu hususu iyice anla.”(füsus-ul hikem’den)

“şimdi aklın şânı kayıtlama ve kalbin şânı mutlaklık olunca, kur’ân-ı kerîm, eşyâyı akıl ile idrâk etmek isteyen kimseler için öğüt ve nasîhat değildir. işte her şeyi akıllarıyla idrâk etmek isteyen zâhir âlimleri ile felsefecilerin, kalp ehli olan ulemâ-yı billâhı inkâr etmelerinin sebebi budur.(füsus-ul hikem, a.avni konuk şerhi)

şimdi füsus-ul hikem hazinesinden aldığımız ilimle yolumuza devam edelim.

hani imanla ilintili olan ve gerek beş duyumuzun gerekse aklımızın kapsama alanı dışında olan bölge vardı ya? şimdi anlıyoruz ki, aslında o bölge bizim için tamamen ulaşılmaz değilmiş. oraya “kalp” ile ulaşabiliyor hatta orada kalp ile gezinebiliyormuşuz.

demek ki, iman ve ona dair olan tüm unsurlar “kalbin” o bölgedeki avladıkları veya elde ettiği ganimetlermiş.

ancak “kalp” var, “kalp” var…

kimisinin kalbi herkül misaliyken, kimisininki de yatalak bir hasta olabilir; kalp sağlığı önemli vesselam!

yani;

iman, kalp ile yakalama; kalp ile avlama; kalp ile tespit etme; kalp ile algılama; kalp ile duyma; kalp ile görme işi imiş.

o zaman; bir kimsedeki iman, kalbinin sıhhati ölçüsüncedir; hükmünü verebiliriz. yani kişideki iman, kalbinin sıhhati ile doğru orantılıdır.

kalbi çürük, bozuk olduğu halde iman iddiasında bulunanlara gelince; onlar yalnızca dogmatiktirler, kuru taassup ehlidirler.

zira; akıl veya beş duyu zindanına kapatılmış bir kalbin “imanından” söz edemeyiz artık; edersek, putperestliğe düşmüş oluruz.

aklen görmek, ilimdir ki; onunla varlığın dış yüzüne, suretlerine nüfuz etmek mümkün olur.

kalben görmek, imandır ki; onunla varlığın özüne, hakikatine vâsıl olunur.

not: meseleyi imam-ı rabbani ekolüne göre ele alırsak, iş daha ince noktalara kaymaktadır. artık nasipse onu da başka bir yazının konusu olarak işleriz.