ADEM İLE HAVVA

eve3

günlük kullanımın aksine tasavvufta “insan”, bir üst gerçekliktir ve erkek ile kadının bileşiminden oluşur. yani:

insan= erkek+kadın(bir bileşim veya alaşım halinde)

erkek ile kadın tıpkı bir akünün pozitif ve negatif kutup başları gibidir. ikisi arasında şiddetli çekim etkisi vardır. bu kutuplar dünya şartlarında ayrılmak zorundadır. aksi takdirde evren son derece donuk bir yer olur ve hiçbir diyalektik işlemezdi; ilerleme de söz konusu olamazdı. ilerleme zıtların varlığına ve çatışmasına bağlıdır. dünyada kötülüğün, şerrin olması da yine aynı sebeptendir.

iki cins arasındaki bu ayrılık, dinamizmin hatta medeniyetin kaynağıdır. istek, arzu, ihtiras, aşk, arayış hep bu çekim etkisiyle vücuda gelir. bir müzisyeni de, sanatçıyı da, bilim adamını da, mütefekkiri de faaliyete geçiren güç budur. hatta menfi olarak değerlendirilebilecek savaş gibi olguların da kaynağı libidodur. mesela tsk’ya buradan bir tasavvufi sır vereyim; askerleri çok daha savaşçı, ölümcül yapmak isterseniz, onlara asla kadın yüzü göstermeyin, karşı cinsle tüm temaslarını kesin. hatta tv ve benzeri yerlerde bile görmelerine izin vermeyin…

alaşım meselesine gelince: kadın erkekte, tuzun suda eridiği gibi erir ve böylece insan denen üst gerçekliği oluştururlar. tabii bunu madde planında gerçekleştirmek ancak geçici olarak mümkün olabilir; ama kalp ve ruh boyutlarında daimi olarak elde etmek gayet imkan dahilindedir. aşk bu yüzden önemlidir. aşkın soyut ve şiddetli çekim etkisi, zamandan ve mekandan bağımsız olarak, aşıkların spritüel bedenlerini birbiri içinde eritir.

peki bütün bu anlattıklarımın cennetle, ademle, havvayla ne alakası var?

malum olduğu üzere, şeytan cennet hayvanlarından biri olan yılanın vasıtasıyla havva’ya ulaşıyor ve ona vesvese verip bilgelik ağacının meyvesinden yemesini sağlıyor. havva’nın üzerinden de, ademe ulaşıyor. sonuçta ceza olarak dünyaya, madde alemine sürgün ediliyorlar.

aslında şeytan havva’ya yalan söylemiyor, doğruyu söylüyor; ama gerçeğin her yönünü de açıklamıyor tabii ki. onu manipüle ediyor yalnızca.

bilgelik ağacı, dünyanın küçük ölçekte bir nümunesidir ve meyvesinde zıt prensip yani zulmet/karanlık saklıdır.

yılan ise “birlik/vahdet” enerjisidir, kudrettir. bir kondansatörün iki kutbu arasında atlayan elektrik veya düşen bir yıldırım işte bu yılandır.

adem ile havva arasında elbette bir ruhani yakınlık vardı. ancak bu yakınlık aşk neviindendi ve onlar “şehvet” duygusundan haberdar bile değildiler. vücutlarına yasak meyvenin zulmetini/karanlığını almakla, otomatikman tabiat seviyesine düştüler ve o zamana kadar aşk olarak hissettikleri duygu birden şehvete dönüştü.

“bunun üzerine ikisi de ağaçtan yedi, ayıp yerleri görünüverdi.”(taha 121)

neymiş?

vücuda zulmeti almakla insan madde seviyesine düşüyor ve aşkı şehvete dönüşüyor ve “birliği” maddi olarak yaşamaya kalkıyormuş. tamam yaşasın, tercih onun; ama sonuçlarına katlanmak zorunda.

bizler her gün yasak ağacın meyvesinden yiyor ve tabiat mertebesine her geçen gün daha da saplanıyoruz; çünkü yediğimiz içtiğimiz her şeyde tabiatın zulmeti var.

bu noktada islam’daki oruç ve riyazet  uygulamalarının ne olduğu ortaya çıkıyor.

eğer bu amellerde yeterince ısrarlı olunursa(aylarca, yıllarca) nefs arınacak ve şehvet yok olacaktır ve akabinde aşk hali zuhur edecektir.

“rab dedi ki, gökten inmiş olan insanoğlundan başka hiç kimse göğe çıkmış değildir. tıpkı musa’nın çölde yılanı yükselttiği gibi, insanoğlu’nun da yılanı yükseltmesi gerekir. öyle ki, o’na iman eden herkesin sonsuz hayatı olsun.”