TARIM TOPLUMU VE DEMOKRASİ

koylu1

Türkiye’de hiçbir zaman doğru düzgün bir düşünce geleneği oluşturulamadığı için genelde olaylara gelişigüzel yaklaşılır ve ilgililer o anda işine nasıl geliyorsa ona uygun bir tepki verirler. meselelere ilmî ve sistematik yaklaşım ise bizde tamamen meçhul bir olgudur.

öncelikle tanımlayalım:

– köylü nedir?

+köylü tarım toplumlarında nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan ve toprağı işleyerek geçimini sağlayan bir toplumsal sınıftır. tüm tarım toplumlarında bir de köylülerin güdücüsü olan seçkin, asil, yönetici bir azınlık bulunur.

– asiller, seçkin azınlık vs. ortaçağda kalmadı mı?

+ bunun çağla falan pek alakası yoktur. bir ülkede milli gelirin çoğu tarımdan elde ediliyorsa ve o ülkede kayda değer bir endüstri yoksa, o toplum hangi çağda yaşarsa yaşasın, ister istemez tipik tarım toplumu özellikleri gösterir. iki ana sınıf otomatik olarak oluşur ve yönetimin adı her ne olursa olsun seçkin azınlık geniş köylü kitlelerini demir bir yumrukla idare eder. köylüler, kültürel arka plana, devre göre değişken olmakla birlikte, hemen hemen köle veya yarı köle muamelesi görürler.

– cumhuriyet türkiye’si bir tarım toplumu mudur?

+ çok kabaca teşhis koyarsak, kuruluşundan 1980’e kadar olan dönemde türkiye’yi tipik bir tarım toplumu olarak kabul edebiliriz. 2000’li yıllardan itibaren, giriş seviyesinden de olsa, türkiye artık bir sanayi toplumu görünümü verir.

– peki asıl sorumuza dönersek, köylü ile demokrasi olur mu?

+ soru anlamsızdır çünkü demokrasi sanayi toplumlarına ait bir kavramdır. sanayi toplumlarında ise köylü diye bir sınıf mevcut değildir. tarım işçisi olur ama köylü olmaz. diğer yandan, geçiş ve dönüşüm aşamasında bu kategoriler iç içe, yan yana var olabilirler ancak bu da geçici bir durumdur.

– tarım toplumlarında demokrasi olabilir mi?

+ kesinlikle olamaz. tarım toplumlarında seçkin azınlık diktası vardır. bu azınlık herhangi bir nedenle bölünmeye uğrarsa çok kanlı bir iç hesaplaşmadan ve tasfiyelerden sonra istikrar tekrar sağlanır. tarım toplumlarında birden fazla çıkar odağını idame ettirecek ekonomik derinlik yoktur. eğer bir tarım toplumuna dışardan zorla çok partili sistem ve demokratik prensipler ilka edilmeye çalışılırsa, bu kargaşaya, iç çatışmaya hatta iç savaşa yol açar. tarım toplumları için en iyi idare, tek parti yönetimidir; tek parti, tek ideoloji…

– öyle bir yapı ülkenin ilerlemesine engel olmaz mı?

+ eğer o tek parti, sosyalist veya onun bir alt sürümü olan devletçi eğilimler taşıyorsa, evet dediğiniz olur ve ülke geri kalmışlık kısır döngüsüne hapsolur ve sürüm sürüm sürünür. serbest piyasa, özel sektör, dışa açık ekonomi prensiplerini benimsemişse, ülke çok hızlı bir kalkınma sürecine girer ve kabaca 20-30 yıllık bir süre içinde sanayi toplumuna dönüşür. siyasi, içtimai ilişkiler ve dengeler de ona göre yeniden kurulur.

– tarım toplumlarında demokrasi olmaz demiştiniz; ama antik yunan ve roma’da demokrasi vardı; hatta demokrasinin beşiğidir eski yunan.

+ evet, antik yunan’da atina bir demokrasi idi. ancak atina’nın tüm akdenizde sayısız ticaret kolonisi vardı ve ticaretle zengin olmuş bir kent devleti idi atina. yani gelirinin büyük kısmını ticaretten elde ediyordu ve bir nevi burjuva toplumu idi. işte demokrasi o ticaret toplumunun bir getirisidir. atina’nın çağdaşı olan sparta’ya bakın; krallıktır çünkü tipik bir tarım toplumudur.

roma’da ise senato tamamen büyük toprak sahibi asillerden müteşekkildir. tüm tarım toplumlarında baştaki monark/kral ile asilzadeler arasında daimi bir iktidar çekişmesi söz konusudur; güç dengesinde ibre bazen monarka bazen de asiller tarafına kayabilir. roma’lıların yunan’dan ödünç alıp kullandığı “cumhuriyet” kavramı, onlar için monarkın ezildiği ve büyük toprak sahibi asilzadelerin iktidara el koyduğu bir durumu simgeler; asıl manasından uzaktır.

Not: Bu yazı -doğrudan tasavvufla alakalı olmasa da- genel vizyonumuza katkıda bulunması amacıyla yayınlanmıştır.

NEFS/EGO

ego1

en büyük şeytan bizatihi kendi nefsimizdir. nefs, kendisine “ben” zamiri ile işaret ettiğimiz öz varlığımızdır. peki, hariçte şeytan yok mu? elbette var; ama nefsin şeytaniyeti yanında onun esamesi bile okunmaz. üstelik harici şeytanları dahi davet eden ve onlarla şirket kurup işbirliğine giren yine nefsimizdir.

şeytanın kendi nefsimiz olmasından kasıt, şuurumuz içindeki antitez yani mukabil kutup olmasından dolayıdır. şuur yükseldikçe karanlık yön yani şeytaniyet zayıflamaya başlar. euzü billahi mineşşeytanirracim dediğimizde, bilinmeli ki, öncelikle kendi şeytani yönümüzden allah’a sığınıyoruz. kuran’daki tüm kavramlar(adem, havva, isa, musa, kafir, münafık vs.) böyle anlaşılmalı ve dışarıya, harice ötelenmemelidir. kafir dahi öncelikle bizim şuurumuzun inkarcı yönüdür. kavramları öteleyenler kuran’ı hiç okuyamamışlardır.

nefs en büyük şeytandır çünkü “benlik” esasen marifet-i ilahiyeye(allah’ın tanınmasına) basamak olması için vehim mertebesinde yaratılmıştır; yani “ben” sadece bir varsayımdır; faraziyedir. bu varsayım sayesinde kainat vücuda gelir ve marifet tahsili için ortam oluşur. işte bu noktada “ben” haddinden taşarak gerçekten var olduğunu ve güç sahibi olduğunu kabul etmeye başlarsa, şeytan hükmüne girer ve şu bildiğimiz kan dökücü insan ortaya çıkar; zira kendini gerçek ve bağımsız bir varlık olarak kabul ettiği anda, artık allah hayali ve farazi/varsayımsal bir varlığa indirgenir. O’nun külli kapsayıcılığı(vahid-ül ehad oluşu) gözlerden gizlenir; ötedeki bir varlık konumuna düşer. böylece nefs, kendini serbest ve kurallardan azade bilir ve söz ile değil ama hâl ile, fiili bir durum olarak ilahlığını ilan eder. kendi varlığını bedene endeksleyince de, diğer bedenler öteki olur. ötekiler ölmüş, kalmış, acı çekmiş onun derdi değildir artık. işte size hem şeytan hem de deccal.

nefs ilahlık iddasında bulunduğu müddetçe, varsa eğer, o kimsenin imanı ve islamı şekil ve taklit düzeyinde kalır; hakiki olmaz. günümüzde toplumun %99,9’unun ve hemen hemen hepimizin durumu budur. mutmainne makamında nefs küfründen, inkarından ve inadından vazgeçer; teslim olur. bu mertebede kendisinin farazi bir varlık olduğunu yaşantı yoluyla idrak etmiştir çünkü. ancak bu noktada hemen belirteyim ki, İmam-ı Rabbani hazretleri, “cenab-ı hak şefkatinin, merhametinin çokluğundan cennete giriş için nefsin itminanını şart koşmadı; kalbin imanını yeterli gördü” der ve bize büyük bir müjde vermiş olur. ancak nefsini dahi imana getiren kimseler, vakıa suresinde haber verilen mukarrepler(sevgili kullar, yakınlar) sınıfına dahil olurlar.

nefsin küfründen vazgeçmesi konusunu anlamak için onun yükseliş makamlarını incelemek icap eder. bilindiği üzere şuurun yedi mertebesi vardır; emmare, levvame, mülhime, mutmainne, radiye, mardiye, safiye olmak üzere.

her şuur mertebesinin bir kemali, bir de marazı mevcuttur.

1. gayrettembellik/maddenin atalet özelliği

2. iffet-şehvet

3. hayırseverlik- nefret/kin

4. muhabbet/şefkat- kıskançlık

5. ılımlılık/ölçülülük- hırs/açgözlülük/oburluk

6. sabır- telaş

7- tevazu- kibir

dikkat ederseniz bu özelliklerden hepimizin nasibi vardır; bilhassa negatif yönlerden. her şuur mertebesinin ayrıca içinde de yedi mertebe olduğu için bu özellikler hepimizde görülmektedir. her şuur mertebesinde, bu temel yedi ahlakı tekrardan müspet yönlü olana çevirme çalışması yapmak zorunda kalırız. ortaokulda fizik, kimya derslerini alırız; sonra lisede yine aynı dersleri alırız ve aynı konuları işleriz; ama bu sefer konular çok daha derinden ve ayrıntıları ile ele alınır; onun gibi.

birinci seviyede yani emmare bölgesinde olan insan yedi iç mertebeyi tamamlamaya çalışır. emmarenin emmaresi, emmarenin levvamesi, emmarenin mülhimesi vs…emmarenin safiyesine ulaştığında, bir üst mertebeye yani levvame bölgesine niteliksel bir sıçrama yapar. tamamen yepyeni bir dünyaya(okula) geçmiş olur. orada da yedi iç mertebeyi tamamlamak için harekete geçer. bu seyir tıpkı arabanın vites yükseltmesine benzer. birinci viteste iken gaza basıp motor devrini yükseltiriz. devir en üst seviyeye çıktığında vitesi bir yukarı atarız. diğer viteslerde de aynı süreç yaşanır…

her şuur mertebesinde tüm kötü hasletlerin menbaı olan nefs/ego, döner gibi kademe kademe kesilerek incelir ve kötü ahlaklar yok olup, zıtları olan güzel sıfatlara dönüşürler.

bu arada, sahte şeyhlerin de nasıl çıktığını anlamış oluyoruz. levvamenin safiyesine gelen şahıs, kendisini zamanın kutbu, mehdi vs. sanabilir. onun bu hali mesnevi’de anlatılan “kendini kaptan-ı derya sanan sivrisineğin” halinden farksızdır. hatta mülhimenin safiyesindeki bir şahsı görenler, şahit oldukları ilim ve kemalat karşısında parmaklarını ısırabilirler; halbuki o dahi hakikat noktasına henüz gelememiş ve nefsi küfür ve inadından vazgeçmemiştir.