insan beyni, bir tür modemdir(modülatör-demodülatör) ve dalga frekanslarını kelama(söze); kelamı da dalga frekanslarına çevirme yeteneğine sahiptir.
“âdem’e bütün isimleri öğretti.sonra onları meleklere göstererek: ‘eğer doğru kimseler iseniz bunları isimleriyle bana haber verin!’ buyurdu” (bakara 31)
meleklerde ise böyle bir kabiliyet yoktur. onlar tıpkı bilgisayar programlarında olduğu gibi matematik bir dil kullanırlar. hepsi belirli frekans aralığına dizilidirler ve frekanslarına göre direkt matematik kodlu yayın yaparlar. bu yayın aynı zamanda onların allah’ı tesbih etmesidir. tesbih zaten art arda gelen dalgalar(veya tanecikler) demektir.
“melekler, ‘bizden her birimizin belli bir makamı vardır. biziz o saf saf dizilenler biziz!; biziz o tesbih edenler biziz!’ derler” (saffat 164-166)
hz. adem’in konuştuğu dil, dalga frekanslarının direkt kelama/söze çevrilmiş hali olduğu için saf bir marifet, irfan içeriyordu. hani bazı filmlerde görürüz, bir takım sihirli sözler söyleyerek olağanüstü işler yaparlar; aynı onun gibi hz. adem sözleriyle eşyayı(varlıkları) etkileyebiliyordu.
insanlığın şu anki konuştuğu diller tamamen evrilmiş ve de bozulmuş olduğu için o orijinal aslında mevcut olan tüm marifet kaybolmuş ve unutulmuştur. bilinen diller içinde adem’in konuştuğu dile en yakın olan sanskritçe’dir. o yüzden aslında sanskritçe öğrenmek iyi bir fikir olabilir.
yine aynı sebeple, bugün konuştuğumuz dil evrene yabancıdır; zira biz üst beynimizle (korteksimizle) konuşurken beynimiz aynı anda o kelamı dalga frekansına çevirir; ancak orijinal dil bozulduğu için kelamın dönüştüğü dalgalar karmakarışıktır. bu karmakarışık dalgaları ne melekler ne de evren anlar. onların nazarında deli saçmasıdır bu yayınlar. dolayısıyla herhangi bir tepki de ver(e)mezler. altbeynimiz ise daha ilkel ve daha bozulmamış bir yapıdır. o binlerce sene öncesinde olduğu gibi evrenin anladığı dilden, hayvani seviyeden de olsa, konuşmaya devam eder ve yayın yapar. bu anlamda günlük bilincimiz itibariyle evrenden ve varoluştan kopmuş durumdayızdır. bu kopukluğun cehalet, kötü huy, ego olarak bize geri dönüşü vardır.
hani şu temcit pilavı gibi ikide bir ısıtılıp önümüze konan “türkçe ezan, türkçe kuran” meselesi de bu konuyla doğrudan alakalıdır. her ne kadar bizim, konuştuğumuz dilde kelimeleri ayarlayıp, yaptığımız dalga frekanslarını evrenin anlayacağı biçime getirme imkanımız kalmış olmasa da, evrensel bilincin bunu yapma kudreti vardır. sahici şairler ve arifler sözlerini ilhamla söyledikleri için bu hakikate bir parça yaklaşırlar. zaten o yüzden onların sözleri kalpleri titretir. ancak evrensel bilincin direkt bir insanın ağzından konuşması durumunda(vahiy), bu imkan tam olarak sağlanır. o yüzden bir peygamberin dilinden dökülen kelam, hangi dil tabanlı olursa olsun her şeyden önce evrenin dilidir ve onun tek bir kelimesini değiştirmek bile cinayetle eşdeğerdir.
faraza göktürklere bir peygamber gelseydi ve o peygamber vahyini göktürkçe tebliğ etseydi, bizler bugün o dili aynen kullanmak zorunda kalırdık; bugünkü türkçeye dahi çeviremezdik; zira çevirecek olsaydık yine üst beynin yaptığı yayını karmakarışık etmiş olurduk ve bu da bizim varoluştan kopmamızı gerektirirdi; çünkü hem altbeynin hem de üst beynin yüksek manalarla programlanması, terbiye edilmesi ve uyumlu hale getirilmesi evrensel dille yayın yapmak şartına bağlıdır.